Loş, tenha bir sokakta var gücümle koşuyorum, ilk kez geçtiğim bir abbara bu. Kadim kentin kadim bir sokağında, terk edilmişlik, unutulmuşluk ve hüzün duygularının hüküm sürdüğü bir yerde. Nefes aldıkça rutubet kokusu ile karışık toz kokusunu ciğerlerimde hissediyorum. Nahit taşlarının yıllara, kadere teslim olması.
Bastığım yeri hissetmiyorum, belki yerden bir karış yukarıda koşuyorum. Kalbim duracak gibi ve korkuyorum. Kalp atışlarımı adım sesi olarak algılıyorum. Elimdekileri duvar diplerine atarak hafifleyerek koşuyorum. Biliyorum bu gidişin dönüşü olamayacak…
O peşimde. Kim bilmiyorum ? Neyin nesi? Anlamaya çalışıyorum. Bir anlık omuz üzeri bir bakış ile görüyorum onu. Genç, otuz yaşlarında, mavi gömlekli biri. Gömleğin kolları dirseğine kadar sıvanmış. Gömleğin kollarındaki sıvanmışlık dikkatimi çektiği an elindeki silahı görüyorum. Silah da genç adamın saçları gibi simsiyah. Kısa bir bakışla bu kadar çok şey bir anda görebilir mi insan? Öne doğru yatık gövdesi, ileri doğru uzattığı eli, elindeki silahı bana doğru doğrultması ve benden daha hızlı koşması; hepsini çok kısa bir omuz üzeri bakışta gördüm. Bir an…Çocukluk yıllarında okuduğum polisiye romanlardan aklıma takılmış bir enstantane… Mike Hammer, James Bond vesaire…Daha da hızlanıyorum.
Sokağın boş olması bir bakıma hayra alâmet, rahat koşabiliyorum, bir bakıma şanssızlık çünkü bana yardım edecek hiç kimse yok. Vuracak beni derken kurşun sesini duyuyorum . Kurşun sağ bacağımın bileğinden giriyor. Eyvah! Heyecandan olsa gerek hiçbir acı hissetmiyorum. Koşmaya devam ediyorum zikzaklar çiziyorum hedefi tutturamaması için. Neden bacağımdan vurdu? Öldürmek istese başımdan vurmağa çalışırdı. Koşmaya devam…
Sağ yanımda açık bir kapı görüyorum, hemen içeri dalıyorum. Bilmediğin bir mekanda nasıl kaçacaksın? Ölüme yattın Nesrin derken yanımda bir koridora açılan bir kapı daha. İkinci kurşun isabet ediyor. Yine his yok sadece vızıltı gibi bir ses.
Tekrar çıkmak için ters yönde koşarken bir merdiven altına yapılmış ardiye gibi karanlık bir odacık görüyorum. Saklan Nesrin diyorum kendi kendime, son şansın saklanmak. İçeriye girip sırtımı duvara dayıyorum. Ardiye’nin kapısındaki telin üzerine yılların tozu oturmuş. Yere bakıyorum kapkara. Bulunduğum yerin bir kömürlük olduğunu fark ediyorum, yerler onun için kapkara. Olsun adam beni göremedi ya… Derken duvarda küçücük bir raf üzerinde siyah bir kedi yavrusu. Kara kedi iyi değil derler, saçmalığa gülüyorum. Bir Ece Ayhan şiiri sanki; “Bakışsız Bir Kedi Kara.” Eyvah eyvah eyvah…
Adam kapıda. Bayılacağım korkudan, hayatım namlunun ucunda. Birden adeta silkeleniyor kendime geliyorum. Vurursan vur, öldürürsen öldür zaten ölecek değil miyim? Bir gün eksik iki gün fazla, ne fark eder?
İşte o anda uyandım, rüyaymış. Bu nasıl bir rüya? Kâbus demek lâzım. İkinci yastığı da çekip başımı yükseltiyorum. Haydi bakalım ben nasıl yorumlayacağım bu rüyayı şimdi ? Haydi anlat bakalım Freud, ben bu rüyayı neden gördüm?
En anlaşılır yerinden başlayalım; gerçek hayatta bacaklarımdaki hissizlik tedaviye rağmen geçmiyor, onun için vurulma anlarında acı hissetmedim. Acı çekmeyi unutabilir mi insan? Peki adam kimdi? Neden benim peşimde? Beni kovalayan ölüm mü yoksa? Neden kaçıyorum ? Ölüm haberinden mi? Duyduğum ses gerçek miydi? derken aynı sesi duyuyorum, ses telefonumdan geliyor.
Uzanıp başucumdan telefonumu alıyorum. Üç mesaj var. İkisinin sesini rüyamda kurşun sesi olarak duymuştum, mesaj olduğunu derin uykuda anlamamışım. Mesajları okuyorum;
“Yolun sonuna geldim gibi Nesrin”
“Fazla bir şey kalmadı”
“Şiirlerim sana emanet.”
Eyvah! Şimdi duydum acıyı, şimdi vuruldum beynimden. Demek ki duymak istemediğim gerçeklerden kaçıyormuşum.