“Saatine Bakan Adam” Anlatısı Üzerine Bir Deneme

 21 Mart 2023 tarihinde, Dünya Şiir Günü’nde sevgili Ercan Yılmaz’ın sayesinde tanıştım Hilmi Yavuz’la. Bir şairle tanışmak için ne güzel bir gün! Üstelik bu karşılaşmaya vesile olan da Hilmi Yavuz’un yetiştirdiği değerli şairlerden biri. Ercan Yılmaz ismini lütfen unutmayınız, zira birazdan irdelemeye girişeceğim Saatine Bakan Adam adlı anlatının kilit noktalarından birinde tekrar karşımıza çıkacak. Ercan Yılmaz, edebiyatla sıkı bağları olanların hatırlayacağı bir isim. Kendisi Roman Kahramanları Festivalinin mimarıdır. Onunla başlayan bu farklı türdeki edebi kalkışma, yaklaşık sekiz yıldır sürmekte. Üstelik pandemi döneminde bile dur durak bilmeden çevrimiçi olarak gerçekleşti. Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi’nin sınırlarını aşarak hem üniversitelerde hem de liselerde bir çok etkinliğin ilham kaynağı oldu bu festival. Türkiye’nin saygın yazar ve akademisyenlerini bir araya getiren bu edebiyat şöleni; bütün maddi manevi zorluklara, politik baskılara ve ön yargılara rağmen devam etmektedir.

 Hilmi Yavuz’u tanıyanlar bilir, Gümüşsuyu’ndaki evinden akşamüzeri çıkar ve her zaman uğrayıp bir süre okumalarını yaptığı; dostları, öğrencileri ve okurlarıyla buluşup sohbet ettiği Beyoğlu’nun nezih mekanlarından biri olan Gezi Pastanesi’nde, her zamanki yerinde oturarak vazgeçemediği kahvesinin keyfini çıkarır. Bu rutinin yine Saatine Bakan Adam anlatısında sıklıkla karşınıza çıkacak olan şu tümceyle bağlantılı olduğu sanırım gözünüzden kaçmamıştır. “Kasten hayatı daraltmak” ifadesini vaktiyle Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim için kullanırmış. Hayatı basitleştirmek için her daim değişime yazgılı dünyada bir şeyleri sanki hiç değişmiyormuşcasına durdurmanın tek yolu onları tekrarlamak. (Semper eadem! Her şey değişmeden olduğu gibi kalsın.) Her gün aynı mekâna gidip aynı kahveyi içmek, aynı dostların, aynı öğrencilerin yolunu gözlemek ve de aynı özlemler…

 Yukarıdaki ifadelerin kitabın içinde yer aldığını okuyanlar fark edeceklerdir. Saatine Bakan Adam, Sakine Korkmaz’ın editörlüğünde Everest Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldığından beri kısa bir metin olmasına rağmen- 107 sayfa- okurların olduğu kadar eleştirmenlerin ve akademisyenlerin de dikkatini çekmiş durumda. Ne demek istediğimi vakti gelince anlayacaksınız. Ercan Yılmaz’ın zihninde, beni Hilmi Yavuz ile buluşturunca yapmakta olduğum “Öğrenci-Yazar Buluşmaları” için bir fikir daha filizlenmiş olmalı ki  “Bir sonraki görüşme neden öğrencilerinle olmasın!” dedi ve bu buluşma için birlikte kolları sıvadık. Saatine Bakan Adam anlatısını okuma tavsiyesini de sevgili Muharrem Evirgen’den alınca küçük bir okuma grubu oluşturup kitapla deyim yerindeyse hemhal olmaya çalıştık. Taktir edersiniz ki kolay olmadı. Bu denli titizlikle çalışılmış bu metni adeta kuyuya atılan taş misali binbir akıl yürütmeyle analiz etmek her yiğidin harcı olmadığından işin içinden çıkamadık haliyle. Kafamızda döllenen soruların muhattabı Hilmi Yavuz’dur gider sorarız, desek de umduğumuz gibi olmadı. Bize verilen yanıtın kitabın sonunda yer alan cümleden farklı olmadığı malumunuzdur. (…….. bilse bilse sadece bu sorunun yanıtını yazarı biliyordur. O da söylemiyor. Yapılacak bir şey yok. ) Hastalıklar ve de yaşadığımız kentin tekinsizliği ile iptal edile gele planladığımız buluşmayı üç haftalık bir gecikmeyle gerçekleştirebildik. Elimizde Saatine Bakan Adam metni, zihnimizde sorular nihayet Hilmi Yavuz’un karşısındaydık. Yanıt alabildik mi? Ne mümkün efendim! Hilmi Yavuz gözlüğünün altından bizlere dikkatle bakıp hınzır hınzır gülümsemeseydi bu yazıyı yazmayacaktım. Kışkırtılmış olduğumu inkar etmeyeceğim. Madem cevap bizim içimizde, benimki okumakta olduğunuz olsun istedim. Neydi soru? “Valizin içinde ne var?” Bu soru benim sorularımdan biri olmakla birlikte, aslen öğrencilerime aittir. Soruya yanıt vermeyeceğini öngördüğümden onu ve onun kurnaz bakışlarını söyleşi boyunca izlemekle yetindim diyebilirim.

 Saatine Bakan Adam’ı ilk kez elime aldığımda tipik okurlar gibi kısa bir sürede bitirip okuma listeme devam edeceğim düşünsem de çok geçmeden yanıldığımı anladım. Zira bu metin paralel kurgusuyla iki ayrı kitabı aynı anda okumak kadar zorluyor insanı. Hikayenin biri en alıcı yerinde yarıda kesilince bir diğeri başlıyor. Üstelik kitabın başlarında yazar, ne karakterlerin ne de olay akışının kesişmeyeceği hissini vererek yapıyor bunu. İyi okurun beklentilerinden biri bu ayrı hikayelerin bir yerde birleşmesi olacak ki Hilmi Yavuz hiç alışık olmadığımız bir yöntemle buna cevap veriyor. Klasik anlamda birbirine eklemlenme olmadığı konusunda uyarayım sizi.

 Kitap kurgusunun yanında hem biçimsel hem de içerik olarak yepyeni bir tartışma konusu açıyor okura. Metni ikili yapı olarak inşa etmekle kalmıyor, bir kadın bir erkek olmak üzere ana karakterleri oluştururken de bu ikilikten vazgeçmiyor. Olay akışı her iki hikâyede de bir kadın ve bir erkek arasında gidip gelirken yan karakterlerin de metne katkısını unutmamak gerekiyor. Kadınların hikâyeden çekilmelerinin ardından sonun başlangıcı ile karşılaşıyoruz. Lütfen bunu olumsuz anlamda düşünmeyin. Kadınların varlığı hikayelerin ontolojik probleminin çatılarını kuruyor, onların hikâyeden çekilmeleri ise metnin problematik olarak imlediği mesele için çözüme yönelik bir zeminin temelleri atılıyor.

 Hikâyelerin her birinde birer simge bulunmakta. Yine ikili bir durumla karşılaşıyoruz: paravion mektuplar ve valiz. Mektuplar karakter tarafından okunana kadar gizemini koruyor. Karakterin mektupları okuma rutininin hayatı daraltmakla ilgisi olduğunu sanırım fark etmişsinizdir. Oradaki okuma eylemi belirli bir davranış kalıbıyla yapılıyor çünkü. Valiz ise ikinci hikâyenin sınırlarını aşarak birinci hikâyeyle birleşen bir unsura dönüşüyor bir süre sonra. Valizin hikayeye dahil oluşuyla Saatine Bakan Adamın tohumları atılıyor. Valiz metin boyunca bilinç dışının bir metaforu olarak karşımıza çıkıyor. Üzerinde konuşulmanın pek mümkün olmadığı ancak varlığını dayatan niteliğiyle metnin merkezine oturuyor. Valiz ile ilgili sorun, varlığı değil yalnızca. İçinde ne olduğu sorunu hem karakterlerin hem de okurun çözmesi gereken bir probleme dönüşüyor. Burada Hilmi Yavuz iki önemli esere atıfta bulunur. Unutmayın bu iki eser Hilmi Yavuz’un çözümüne karşıt bir konumdadır. Truman Capote’un Para Dolu Damacana hikâyesi ile Gaston Leroux’un Sarı Odanın Esrarı romanı valizi açma meselesinde rasyonel, emprist bir bakışı temsil etmektedir. Şöyle ki, Para Dolu Damacana hikâyesinde Appleseed adındaki kahramanımız damacanayı iki eliyle tutar, onu hafif hafif okşar ve içindeki paranın miktarına tahmin etmeye çalışır. Aynı şekilde Sarı Odanın Esrar’ı adlı romanda esrarlı olayları çözme becerisiyle tanınan Rouletabille, saldırıya uğrayan Mathilde Stangerson vakasını akıl ve mantık gözlüğü ile çözümlemeye çalışır. Her iki örnekten anlaşılacağı üzere meseleye dışarıdan, belirli bir açıdan bakılması valiz meselesinde işe yaramayacaktır. Zira başka türlü bir yönteme ihtiyaç vardır. Hilmi Yavuz, bu yöntemi okuyucuya sezdirir ama asla söylemez. Gizemle baş başa kalan okuyucunun da hikâyeye bir ucundan dahil olmasını arzular gibidir.

 Saatine Bakan Adam, yer yer Hilmi Yavuz’un otobiyografisiyle örtüşse de kurmaca ile olan bağını katiyen kaybetmiyor. Metin iki ana problemiyle çok konuşulacağa benziyor. Anlatıcı öznenin konumu ve metnin kimliği. Kitabı okurken sıklıkla anlatıcı özne, çevirmenin notu, editörün notu gibi ibarelerle karşılaşacaksınız. Bu ibareler anlatıcı öznenin kimliği konusunda ipucu verecektir. Anlatıcının metin boyunca değişiyor olması okuyucu zorlamanın yanında Hilmi Yavuz okurunun da dikkatli olması talebinin göstergeleri olacaktır. Klasik metinlere savaş açan bu anlatı, klasik okura da savaş açmaktadır kanımca.

 Hadi gelin metnin bünyesinde barındırdığı şu soruları da hatırlayalım: Metnin kimliği anlatıcı öznenin kimliği ile belirlenebilir mi? Metnin kimliği sorunu ikincil bir sorun mu? İşte gördüğünüz gibi metin, anlattıklarının yanında felsefî bir sorgulamayı da gerekli kılıyor. Neden zor metin olduğunu anladığınızı umuyorum. Yazar bu metinle elbette bize ısrarla bir şey anlatıyor. Merkezî olmayan metinler yazmak pekala mümkün. Kitabın arkasında yazdığı gibi Hilmi Yavuz anlatılarında bir edebi kurmaca tipi olarak postmodern anlatının bütün imkanları, koşulları ve kriterlerini kullanıyor, sınıyor ve arka planda klasik ve modern romana dair tartışmalara kapı aralıyor. Son olarak şunu belirtmekte fayda var. Okuyucunun postmodern metinleri değerlendirirken şuan benim yapmakta olduğum gibi öznel demekte sakınca görmediğim buna benzer değerlendirmeleri yapabilmesi ve başat düşüncelere bel bağlamaması gerekir. Postmodernizmde otorite yoktur bildiğiniz gibi.

 Kitaba ismini veren Saatine Bakan Adam adlı hikâye, bir iç hikâye olarak kitabın sonlarında karşımıza çıkmakta. Bu hikâyeyi kaleme alan kişi ana karakterlerden biri olan Ali Ziyaeddin Eşfak. Sürekli saatine bakan adamın bu eylemi neden yaptığı ile ilgili bir sorgulamayla başlayan bu hikaye, yazarın da metni bir sonuca bağlama çabası içerisine girdiğini düşündürse de unutmamanız gereken bir noktayı tekrar hatırlatmama lütfen izin verin. Bu tarz metinlerin belirli bir sonu olmayacağını, aksine yeni açılan kapılarıyla yeni bir başlangıca gebe kalacağını okuyunca göreceksiniz. Yazının başında anlattığım Ercan Yılmaz tam da bu iç hikayede bizi karşılıyor. Roman Kahramanları Festivali’ne yapılan gönderme ile şu soruyu soruyor yazar. Acaba anılarımız bir daha aynı tutkuyla yeniden yaşanabilir mi? Bu soru hikayenin içinde cevabını bulmaya çalışarak ölümsüzlük kavramıyla bir bağ kurmaya çalışıyor.

 Kitap aynı zamanda çağının en önemli düşünür ve bilim insanlarına yaptığı atıflarıyla da benzerlerinden ayrılıyor. Bir okur olarak bu isimlerle ilgili derinlikli olmasa bile temel bilgilere ihtiyaç olduğu kanısındayım. Jean Paul Sartre’ın “Varlık, özden önce gelir.” düşüncesinin varoluşçu felsefe açısından değerini bilmek yararlı olacaktır. Çünkü metnin içinde Sartre, aynı zamanda kahramanlarımızın yaşamlarında onlardan biriymiş gibi resmedilerek bir karakter olarak sunulmakta. Yine bildiğimiz bir isimle karşılaşıyoruz. Aldous Huxley’ın Algı Kapıları adlı kitabına bir gönderme yapılacaktır. Özellikle algının mescalin etkisiyle olan ilgisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü mescalin yazarın bahsettiği valizi, diğer bir ifade ile varlığı içten kavramayla ilgili yeterli olmayacaktır. Gördüğünüz gibi Saatine Bakan Adam anlatısı anlattıkları, anlatmak istedikleri ve sorgulamalarıyla da 107 sayfalık hacmini aşmakla kalmıyor, bilişsel olarak oluşturmaya çalıştığı anlam evrenin de sınırlarını zorluyor. Üstelik yazar buna okur üzerinde yarattığı etki üzerinden de devam ettiriyor. Bu nedenle Saatine Bakan Adamı bir kez okuyup kütüphanenizin rafına koyacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Günlerce peşinizden geleceği, zihninizi meşgul edeceği konusunda hiç kuşkum yok. Çünkü yazarının kışkırtıcılığı metne de bulaşmış kanımca. Ne demişler efendim, “Armut dibine düşer.”

2 thoughts on ““Saatine Bakan Adam” Anlatısı Üzerine Bir Deneme”

  1. sevgili asuman, birtakım sağlık sorunları nedeniyle yazınızı ancak okuyabildim. sizi kutluyor, kalbî duygularla teşekkür ediyorum. bu yaz tatil de yapamadım sağlık durumumdan dolayı. en yakın zamanda görüşmek üzere. sevgiler, selamlar..

Yorum bırakın