Giorgi’nin Kırık Şansı

I.
 Gözü, dar pencereden loş salona çaprazdan giren ışık huzmesinin içinde, yıldızlar kadar çok ve birbirine değmeden dolanıp duran toz zerrelerindeydi. Kendi halinde, ufak tefek marangoz ustası Giorgi, her zamanki gibi masum, mahçup ve sıkılgan halde boyun bükmüş ayakta duruyordu. Aklında türlü düşünceler, saf yüzünde sevecenlikle karışık hafif acı çeker gibi bir ifade vardı. Salondaki herkes gibi o da merak ve umutla hâkimin vereceği kararı bekliyor, yuvalarında dönen gözleriyle sağa sola kaçamak bakışlar atıyordu. Aslında bu umursamaz tavrı ve kendinden emin bakışlarının nedeni, hâkimin onu hemen salıvereceğine ilişkin beslediği güçlü inanç. Hapishanedeyken zaman zaman onun da “Ben iyi biri miyim acaba?” diye kendini sorguladığı oluyordu elbette. Ama kendine de haksızlık etmemek adına bu sorunun yanıtı her zaman ve büyük ihtimalle “Evet” oluyordu. Yüzünde eğreti gibi duran hafif gülümseme ve zaman zaman istemsizce beliren acı çeker gibi sahte ifade bundandı.

 Karadeniz’e bakan yüksek dağlardaki karlar eriyor. Bu durum bahar mevsiminde dere ve ırmakların taşmasına neden oluyordu. Orada yaşayanların güçlü bir inancı var: “Tanrı, bütün dünyayı insanlar, ancak Güney Kafkasya’yı sadece kendisi için yaratmıştır” derler. Muhteşem doğası, ılıman iklimi, uzaktan pek seçilemeyen orman içinde kaybolmuş dağınık evleri, yeşilin envaiçeşit tonunda sık yapraklı ağaçları ve nasıl olup da bu yaşlarına kadar uzun yaşamış ve hâlâ dinç görünen bölge insanlarını görünce hayret ederdiniz.

 Başı dumanlı yüksek dağlardan eriyip gelen soğuk kar suları ile her köşesi cennet, küçük bir kasabada yaşayan Giorgi, başı önde boyun kırmış, ellerini göbeğinde saygı ile birbirine kavuşturmuş, kendini acındırarak yaşlı hâkime yalvarıyordu. “Bir daha kimsenin işine asla karışmayacağına” dair hâkime söz vermesiyle otuz günlük hapis cezasını tamamlayıp hapishaneden çıktı. Eski bir şato olan hapishanenin, nemli, soğuk ve küflü duvarlarında adeta eğreti gibi duran küçük penceresinden sadece kilise çanlarının sesini duyduğu hücresinde bir ay kaldıktan sonra demir kapı gıcırtıyla açıldı. Gün ışığının sıcaklığını üzerinde hisseden Giorgi’yi kapının önünde eski püskü, üstü açık kamyonetle her zaman olduğu gibi yardımcısı Pavliko bekliyordu. Giorgi eliyle “Merhaba!” dedi. Pavliko, marangoz ustası Giorgi’nin çocukluktan beri yanında çalışan yardımcısı… Kendi halinde saf ve ahrazdı. Cezasını çekmiş olmanın rahatlığı yüzüne yansıyan Giorgi, nihayet doğaya, çam kokulu ormana, köyüne ve tabii çok sevdiği karısı Lola’ya kavuşacak.

 Eve döndüğünde sinirli karısı bahçedeydi. Kuluçkaya kızışmış bir tavuğu, yürek burkan ciyaklamalarına aldırmadan tenekedeki soğuk suya bastırıyordu. Lola, Tanrının sabrını sınaması için onu özellikle Giorgi ile karşılaştırdığını ve cennete gidebilmesi için onu bir imtihan olarak gönderdiğine inanıyordu. Giorgi’ye bıkıp usanmadan ettiği beddualarında bu konuya özellikle ve sık sık değinirdi. Kocasını seviyordu ama Lola’nın gözlerinde, fırlayacağı anı hevesle bekleyen büyük bir öfke de o sevginin hemen yanı başında hep gizlenirdi. Sıska marangoz ustası Giorgi gamsız ve vurdumduymaz bir adamdı. Kendi düğün gününü bile unutacak kadar… Marangozluktan başka meziyeti de yoktu. Öyle tanınır, öyle bilinir, öyle sevilirdi. Tanrı tarafından onlara bahşedilen bu güzel ormanlarda meşe, kayın, ceviz ve çam ağaçlarından çok güzel oymalı mobilyalar, kitaplıklar, kapı ve pencereler yapıp satıyordu. Ta ki komşusu Arçil’in, karısıyla olan kavgasına müdahale edip onları ayırmaya kalkıncaya kadar… Karı koca kavgadan sonra elbette barışmıştı! Ancak kavgayı ayırmak için araya giren Giorgi’den; onların hayatlarına müdahale ettiği, mutluluklarını gölgeleyip engel olduğu gerekçesiyle şikâyetçi olmuşlardı. Giorgi’nin hafif şişman, beyaz tenli, yeşil gözlü karısı Lola, ona çok kızıyor. Bir daha kimseye karışmaması, yardım etmemesi konusunda sıkı sıkıya tembihliyor, hatta azarlıyordu. Giorgi, karısının karşısında beklerken elbette hâkimin karşısında durduğu kadar rahat değildi. Sevimli, tombul karısını çok seviyor, onu hiç kırmıyordu. Hapishanedeyken hep onu düşünmüş, bir daha da karısının sözünden asla çıkmayacak, kimsenin işine karışmayacak, kimseye de yardım etmeyecekti. Yüce İsa adına yeminler edip pekiştirmek için de birleştirdiği sağ elinin parmaklarını samimiyetle öpüp defalarca istavroz çıkarmıştı…

II.
 Kasabaya yakın yüksek orman köyünde, ulu bir çınarın dal budak saldığı geniş bir bahçe içindeki evde yaşayan yaşlı Anton, aksiliği ile bilinirdi. Evinin arkasında ördek, hindi ve tavuklarının barış içerisinde bir arada yaşadıkları derme çatma bir kümesi vardı. Kümese o girinceye kadar da sessiz sedasız, huşu içerisinde eşelenip dururlardı. Anton, titizlik ve hamaratlıkta karısından geri kalmazdı. Ancak karısının hoşlanmadığı bir meziyeti daha vardı: yeni fikirler icat etmek…

 Her sabah olduğu gibi o sabah da daha gün doğmadan uyanacak, ilk iş olarak söylene söylene kümese girip tünekte sekilenmiş tavuklarına çıkışacak, kümeste amaçsızca dolanıp henüz zihni berrakken yeni fikirler üretecek ve her zaman olduğu gibi sonunda ve yine çekinerek karısının onayına başvuracaktı. O sabah da erkenden, daha tanyerleri ışımadan uyandı. Hava soğuk, sert ve ıslak bir rüzgâr esiyordu. Kalkar kalkmaz da evin arkasındaki kümese girdi. Umutlu gözü follukta… Ancak umudunun ömrü uzun sürmedi. Onu kümeste görünce tilki görmüş gibi bağırarak sağa sola panikle kaçışan tavuklarına sinirlenip çıkıştı: “Sizi işe yaramaz ahmaklar, sadece bir mi? Tüm gün bunu mu yaptınız? Yan komşunun tavukları her gün düzinelerce yumurtluyor. Neyiniz eksik ha?”

 Kümesin içinde iki büklüm halde söylenerek tavukların yemini veren Yaşlı Anton, uzun uzun gıdaklarken kendisine kuşku ve endişeli gözlerle bakan tavuklarla birlikte on dakika kadar daha kümeste oyalandı. Pisliğe bulanmış ayakkabılarına öfke ile söylenerek dışarı çıktı, kafes telinden yapılmış kümesin kapısını sertçe kapattı. Güneyden esen rüzgâr, yandaki ağaçların yapraklarını hışırdatıyordu. Anton, bir süre bakışlarını karşıki kapkaranlık ormana sabitleyip soğukta beklerken, çipil gözlerinde her zamanki ölü bakışlar yerine yeni ve müthiş bir fikrin aniden aklına düşmüş olabileceğine ilişkin şeytani bir ifade belirdi. Eve doğru yürürken pisliğe bulanmış ayakkabıları kaydı. Sendeleyip yere düştü. Bir müddet yerde oturdu. Dizi, beli ve boynu ağrıdı, zaten bu ağrıların dindiği de hiç olmazdı. Söylenerek eve girdi. Her zaman yaptığı gibi haberleri dinlemek için salonun bir köşesinde sehpada duran eski radyoyu açtı. Radyoda verilen hava durumunda, sıcaklığın dört derecenin altına düşeceği, orman içindeki yollarda yer yer buzlanma olacağına ilişkin uyarılar yapılıyordu.

 Yaşlı Anton, karısı Maiko’ya öfkeyle bağırdı: “Bugün erkenden kasabaya gideceğim. Hava da çok soğuk olacakmış!” Aklına henüz düşmüş gibi yaparak kümesin önünde zihninde canlanan düşünceyi hatırladı. Karısının da onayını umarak “Şu benim gri ceketi ters mi giysem acaba? Geçen sefer bisikletin üzerinde göğsüm çok üşüdü, hastalanmıştım ya.”

 Onun, yeni keşfettiği bu budalalığın uzun ömürlü olmamasını dilemekten başka elinden bir şey gelmeyen karısı, alnına düşmüş bir demet kuru ota benzer ak saçlarını kapatan örtüyü düzeltirken gürledi: “Seni ihtiyar bunak! Hava soğuksa o halde gitmeyiver kasabaya, başka işin mi yok!” Bir yandan da pamuk gibi beyaz, her teli ayrı bir yöne tutkulu dağınık saçlarını eşarbının altına toparlamaya uğraşıyordu.

 “Eh! Senin için söylemesi kolay tabii, bozulan musluğa conta, kırılan bal peteklerine çıta alacağım, bir de senin mendebur bacakların için ilaç… Seni ahmak kadın! Gece boyu sızlanan sensin!” diye veriştirdi Anton.

 Yumurtasını yediğinde saat altıya geliyordu. Güneş ormanın tepesinden henüz doğmamıştı. Bisikletine binmeden önce gri ceketini getiren karısına öfkeyle söylendi. “Ceketi ters giyeyim de arkadan düğmeleri ilikle, bisikletin üzerindeyken önümden soğuk rüzgâr vurmasın!” Kararlıydı. Ceketine ters bir şekilde kollarını soktu. Kasketini başına geçirdi.

 “Seni ahmak! Delirdin mi sen? Ceket ters giyilir mi hiç? Zaten yarım akıllısın, ne yapacağını bile unutuyorsun. Kasabadaki herkes ‘deli’ diye alay edecek seninle!” diye söylenirken bir yandan da ceketi Anton’a ters giydirdi. Sırtına gelen düğmeleri ilikledi. Anton, herkesin takdir edeceği yeni bir şey keşfetmiş olmanın hazzı ile neşeyle bisikletine atlayıp yola koyulurken güneş henüz doğmuş, ışıkları aşağıda uzayan ovaya ve büyük ormanda ağaçların üzerine yavaşça seriliyordu…

III.
 Marangoz Giorgi, şanssızlığı ile bilinirdi. Aslında çok iyi kalpli, yardımsever biri olmasına rağmen kime yardım etse sonunda mutlaka bir şanssızlık, bir aksilikle karşılaşırdı. Çevresindekiler onun bu uğursuzluğunu Noel’e on üç gün kala doğmasına ve annesinin onu doğururken ölmesine bağlıyorlardı. O sabah erkenden kamyoneti çalıştırdı. Pencere ve kapı siparişlerini teslim etmek ve montajını yapmak üzere yola koyuldular. Her zaman olduğu gibi yanında sessiz yardımcısı Pavliko vardı. Köyde bir kapı ve bir pencere monte edecek ardından kasabaya döneceklerdi. Kasaba ile köy arasındaki orman yolunda sabah ayazında ilerliyorlardı. Yolun virajlı ve kuzeye bakan kısmında sabahları çiğ düşmesi sonucu buzlanma olur. Bunu bilenler o bölgeyi çok dikkatli geçiyorlardı. Marangoz Giorgi viraja gelince yavaşladı, tam dönecekken karşısında gördüğü korkunç manzarayla irkildi.
Bir bisiklet uçuruma yakın yerde devrilmişti. Tekerleri hâlâ dönüyordu. Hemen durdular. Sürücüsü biraz ileride yol kenarındaki taşlık alana fırlamış, sırt üstü baygın yatıyor, ancak yüzü toprak tarafındaydı.

 Şaşırdılar. “Aman Tanrım! Ne feci bir kaza!” diye, haykırdı Giorgi, “Koş Pavliko koş! Adamcağızın boynu kırılıp geriye ters dönmüş olmalı, baksana!”
Pavliko, panik ve ahrazlara özgü çabuk el hareketleriyle: “Zavallıcık hâlâ nefes alıyor, çevirelim şunun başını normal tarafına da eski haline getirelim!” diye tarif etti. İkisi de büyük bir güçle ve zorlayarak boynunu çevirip yaşlı adamın yüzünü, ceketin düğme tarafına getirdiler. “Yüce İsa adına! Bu bizim ihtiyar Anton!” diye, bağırdı Giorgi, “Kalk! Kalksana be adam!” diye bağırmayı sürdürdü. “Zavallıcık! Umarım boynu düzelmiştir” diye üzgünce söylendi, ancak yaşlı Anton bir daha asla uyanamadı.

 Gelen ilk yardım ekibine yaşlı Anton’a yaptıkları ilk müdahaleyi, boynunu doğru tarafa; ceketin düğmeli tarafına nasıl çevirdiklerini gururla ve ballandıra ballandıra anlattılar. İki gün geçti. O sabah erkenden kapısı vurulduğunda Giorgi kahvaltıda tombul karısına içinde şişmanlık içermeyen tatlı sözler söylemekle meşguldü. Eve gelen iki polis onu alıp götürdü. Soruşturmayı yürüten savcı yanlışlıkla da olsa Yaşlı Anton’u boynunu kırarak öldürmekten dolayı marangoz Giorgi’yi tutuklayıp cezaevine koydu.

 Günler birbiri üstene devrildi, altı ay çabuk geçti. Kasabaya alay konusu olan Giorgi araya adamlar koydu. Birkaç sefer mahkemeye çıktı. Her seferinde suçsuz olduğunu, sadece yardım etmek istediğini hâkime haykırdı. Sonunda mahkeme heyetince bu suçu kasten işlememiş olduğuna ilişkin kanaat getirilen Giorgi serbest bırakıldı. Bir daha asla kimseye yardım etmeyecekti. Marangoz dükkânını, çam, ladin ağaçlarının kokusunu, kasabasını, ormanı, güneşi ve en çok da karısı Lola’yı özlemiş olarak hapishaneden çıkan Giorgi, tövbeler etti. Hapishanenin geniş ve yüksek kapısı açıldığında onu kamyoneti ile her zamanki gibi sessiz yardımcısı Pavliko bekliyordu. Evine dönen Giorgi, bir süre başı önde kapıda durup kızgın karısının azarlarının bitmesini bekledi. Bu kaçıncıydı. Birkaç günlük küslükten sonra Lola, nazlanarak da olsa barıştı. Bir daha asla kimseye yardım etmeyeceğine dair yeminler ettirirken Lola’nın kuşku dolu gözleri, yemin eden Giorgi’nin ayaklarındaydı.

IV.
 Ertesi hafta yakın dağ köylerinden babası ölen bir köylü sabah erkenden Giorgi’nin marangoz dükkânına geldi. Şapkası elinde bir yandan ağlayıp sızlıyor, diğer yandan çok sevdiği babası için ceviz ağacından oymalı güzel ve alımlı bir tabut yapması için sipariş veriyordu. “Bu zamana kadar görülmemiş güzellikte olmalı, tabuta bakanlar hayran kalmalı, herkes böyle bir tabutun içinde olmak için ‘can’ vermeli!” diyordu. Siparişi alan Giorgi, yardımcısı Pavliko ile göz göze geldi. İyi bir sipariş… Hemen işe koyuldular. Fazlaca vakitleri yoktu. Böyle günler için deposunun arka taraflarında sakladığı en güzel ceviz kalaslarından birini çıkarıp hevesle kesip biçmeye başladı. Tabut bitip son çivi çakıldığında vakit öğleden sonrayı gösteriyordu. Her zaman olduğu gibi öğleden sonra yine yağmur yağacaktı. Hava iyice bozdu, kara, kapkara yağmur bulutları kasabanın üzerine çökmeye başladı. Güneş bulutların arkasında kaybolurken ortalık karanlığa boğuldu. Kasvetli bir hava fırtınanın habercisi… Köylü, babası için yapılan tabutu inceledi, çok beğendi. Ardından üstü açık kamyonete yükleyip köye götürmek üzere hep birlikte yola çıktılar.

 Kamyoneti Giorgi kullanıyor, yanına da yardımcısı Pavliko binmişti. Önde başka yer olmadığından köylü kamyonetin arkasına; tabutun yanına biraz da çekinerek oturdu. Köye doğru yola koyuldular. Kasabadan çıkıp orman yolundaki rampalara sardıklarında müthiş bir fırtına koptu. Hışımla bir yağmur başladı. Yağmur öylesine güçlüydü ki kamyonetin arkasında oturan köylü, ıslanmamak için çaresizce tabutun içine girdi ve kapağı üzerine çekip kapattı. Yolun kalan kısmını babası için yapılan tabutun içinde sürdürecekti. Kamyonet orman yolundaki dik rampalardan çıkarken Giorgi ve Pavliko yol kenarında çamurlar içinde yalnız başına yürüyen bir adama rastladılar. Aniden frene bastı Giorgi. Lağım faresi gibi ıslanmış adam kamyonete doğru koşup el sallarken ısrarla onu almaları için yalvardı. Yardımcısıyla göz göze gelen Giorgi’ye mahzun yüzlü Pavliko “Sakın yapma!” anlamında ısrarla başını sağa sola salladı. Nafile, kamyonet durmuştu bir kere. Hem yolda kalmış şu zavallıya yardım etse ne zararı olur? Dağ başında, yağmur altında bırakamaz ki!

 “Atla arkaya!” dedi Giorgi bağırarak. Nasıl olsa aynı yöne gidiyorlar. Arkaya atlayan adam kamyonetin arkasındaki tabutu görünce irkildi ama kamyonete binmekten başka çaresi de yok. Tabutun içindeki ölüye saygısından bitiştirdiği sağ elinin ilk üç parmağını öpüp istavroz çıkardı ve korkuyla tabutun yanına çömeldi. Mütemadiyen istavroz çıkararak yolculuğa devam etti. Fırtına şiddetini iyice arttırmış, kamyonetin silecekleri hızla çalışırken yaşlı bir kocakarı gibi ahlayıp vahlıyor, yine de camda biriken suları temizlemeye yetişemiyordu. Kamyonet, yoldaki suları yararak hızla ilerlerken Giorgi, kendinden emin ve mutlu bir şekilde bir tarafı derin uçurum, diğer tarafı sarp kayalık olan virajlı orman yolunda arabayı kaydırmadan kullanmaya özen gösteriyordu.

 Kamyonet, derin uçurum kenarlarında hızla ilerlerken tabutun içinde canı sıkılan köylü sabırsızlandı. Tabutun kapağını hafifçe aralayıp bir elini dışarı çıkardı. Arsız bir dilenci gibi avucunu gökyüzüne doğru açarak yağmurun dinip dinmediğini kontrol etmek istedi. Bunu gören diğer adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Yüce Tanrım! Yüce Tanrım, ölü canlandı!” diye korku ve panikle bağırdığını Giorgi kamyonun gürültüsünden duymadı. Ahraz Pavliko zaten duyamazdı. Köye vardıklarında yağmur dinmişti, kamyonetten boş tabutu büyük bir saygı ile indirdiler. Köylü tabutun parasını öderken Giorgi’nin halâ kafası karışıktı. Çünkü kamyonetin arkasında bir kişinin daha olması gerekiyordu. Yardımcısı Pavliko ile göz göze geldi, şaşkınlık ikisinin de yüzüne yakıştı. Ancak Giorgi konuyu pek önemsemedi, umursamaz zihnini özenle yapıp bitirdiği tabuta kaydırdı. Eseriyle kıvanç duyarken mırıldandı. “Böyle bir tabut için kim ölmez ki…”

 Birkaç gün sonra Giorgi, çatık kaşlı hâkimin önünde yerlere kadar eğilmiş uçuruma yuvarlanan adamdan bahsediyordu. Yalvar yakar bu sefer de beş aylık ceza ile kurtuldu. Günler çabuk geçti. O gün arkadaşlarıyla meyhanede, hapisten çıkışını kutlamak için kadeh tokuştururken “Bir daha kimseye yardım mı? Tövbeler olsun!” diyordu. Eve vardığında kaşları çatık Lola karşısındaydı. Giorgi, kolları ve bacakları bembeyaz, güleç yüzlü, yeşil gözlü, tombul Lola’sını çok seviyor, onu hiç üzmek istemiyordu. Lola, “Bu son olsun Giorgi! Başka birine daha yardım edersen bu evi ve benim yüzümü asla göremezsin!” tehdidinden sonra, içi çamaşır dolu leğeni kolu ile böğrü arasına sıkıştırdı. Öğleden sonra ırmak kıyısına çamaşır yıkamaya gideceğini, akşama ona sevdiği yemekleri yapacağını ve eve erken gelmesini ısrarla tembihledi.

 Vakit ikindiye döndü, Giorgi marangozhaneyi erkenden kapattı, Lola’sını özlemişti. Kamyonetiyle evine dönüyordu. Karısının onun için hazırlayacağı nefis yemekleri hayal ederken ırmağa yakın eski değirmenin olduğu yere geldi. Irmak üzerindeki kemerli taş köprüden geçince, köyüne bir kilometreden az bir mesafe kalıyor. Mevsim bahar ve bu mevsimde öğleden sonra yağan yağmurlardan dolayı ırmak hayli kabarır, kimi yerde coşarak gelir. Kamyonetiyle taş köprüden geçerken uzaktan bir inleme duydu. Akan coşkun nehirle birlikte ses de gittikçe yaklaştı. Kamyonetini taş köprü üzerinde durdurup kulak kesildi. Evet, uzaktan kadın çığlığına benzer bir ses geliyor. “Yardım edin! Yardım edin! İmdat! Kurtarın beni!” “Lola’nın sesi kulaklarımdan hiç gitmiyor ki” deyip önemsemedi. Kamyonetten indi, köprünün korkuluk demirlerine tutunup aşağıya, coşkun akan suya baktı. Suda çırpınan biri bağırıyordu. “Giorgi İmdat! Benim Giorgi yardım et! Giorgi! Lütfen!”

 İşte şimdi, zayıf iradenin sınanma vakti… Lola’sına verdiği sözü hatırladı, bu kez kendisine hâkim oldu. Elbette aldığı bu kararla sonradan kendisiyle çok gurur duyacağını hissetti. Dudaklarında ufak şeytani bir gülümseme belirdi. Paslı kapısı gıcırtıyla kapanan o rutubetli hapishaneye dönmeye hiç niyeti yoktu. Sevgili karısı Lola’ya söz vermiş, artık kimseye yardım da etmeyecekti. Tombul Lola’sının akşama ona yapacağı nefis yemeklerin tadını düşündü, bir de hapishanede akşam yemeklerinde kendisine eşlik eden lağım farelerini… Kamyonetini gürültüyle çalıştırdı, ıslık çalarak mutlulukla köyüne, Lola’sına doğru gaza bastı.

Yorum bırakın