Kağıt Avcısı

Yaşanmamış bir fotoğrafını çekelim güldüğümüzün.
Ahmet Erhan

 Süveyda yeni güne uyanmış, onunla birlikte karamsarlığı, gamı, kederi de peşinden yetişip yakasına yapışmıştı. Bu kasveti dağıtacak hiç şaşmayan rutini o gün de değişmedi, bol köpüklü sade kahvesini içtikten sonra vaktidir diyerek evden çıktı. Maaşı yatmıştı ve istikameti belliydi. Sahaflar çarşısının gediklisi olan Süveyda Hanım’ı her ayın on beşinde dört gözle bekleyen esnaflar, onun ilgisini çekecek şeyleri çoktan hazırlamışlardı.

 Renkli renksiz fotoğraflar, özel günlerde gönderilen kartpostallar, hepsine talipti Süveyda, yeter ki onu oyalasındı. Kendi hayatı ona yetmediğinden, kafasında bu kâğıtlara bir öykü yazarak, günlerini zihnindeki bu kurmaca dünyada geçiriyordu.

 Ailesi sandığının ailesi olmadığını öğrendiğinden beri evinde fotoğraf, kartpostal adına hiçbir şey bırakmamıştı ama bu sarsıntı onu iflah olmaz bir şekilde başkalarının hikâyelerine sürüklemişti. Sahaflardan topladığı bu kâğıtlardaki kişilerin kim olduğunu hiçbir zaman merak etmedi, gerçeğin ne kadarına dayanabilirdi ki insan, Süveyda dayanamamıştı.

 Kendisi onlara bir rol biçiyor, onlarla konuşup, bazen de onları dinleyerek, en çok da onları hüzünlü bir şekilde kıskanarak bir gününü bitiriyordu. Ailesi sandıklarını tebrik ettiği de oluyordu içinden, nasıl da bunca yıl bu kadar büyük bir sırrı taşımışlardı. Hastalanmaz mıydı insan, Süveyda hastalanmıştı ya işte, bedel böylece ödenmişti.

 Komşusu Suna dışında pek eşi dostu da yoktu, kedisi ona yetiyordu, bazen ona da okuyordu uzaklardan gelen kartpostaldaki yazıları.

 – Dinle bak Duman, Almanya’dan gelirken çikolata getirecekmiş Cafer Bey bayramda, azıcık daha sıkın dişinizi, ben de sizi çok özledim yazmış kartında. Kedisi de gözlerini kısıp, kırpıştırarak onu cevaplıyordu.

 Bir gün Suna kahve içmek için gelmiş, mahalledeki son dedikoduları aktarırken zil çalmış, sohbetleri bölünmüştü. Kargocuydu gelen. Suna, elindeki kutuyu sehpaya bırakan Süveyda’ya tahammülsüz bir bakış atmış ve dayanamayıp “Allah aşkına Süveyda, şimdi de internetten mi eski fotoğraflar sipariş verir oldun, bu hayaletlerde ne buluyorsun anlamıyorum ki, sana ne milletin anılarından, kartlarından!” diyerek isyan edince “Asıl ben hayaletmişim Suna, belki onlar gerçektir, nereden biliyoruz?’’ diyerek kadını savuşturmuştu başından Süveyda.

 Değil Suna’dan, hiç kimseden onu anlamalarını beklemiyordu. Her şey normaldi Süveyda ’ya göre, onu sırlarla büyüttükleri dünya nasıl olağansa, onun kâğıtlarla kurduğu niye olmasındı.

 Kâğıtlarla kurduğu bu bağda canını sıkan tek şey egzamasıydı, eskiyen zamanın tozu Süveyda’nın elli beş yıllık ellerine yaramıyordu. Bu durumdan bir tek Eczacı Kamuran Bey’in şikâyeti yoktu. Süveyda ne zaman gelse, büyük boyu olmasına rağmen çabuk bitirsin de bir daha gelip alsın istediği için egzama kreminin hep küçük boyunu verirdi. Süveyda’yla yakınlaşmak için kendince adımlar atmış, sonuç alamamış ama yine de vazgeçmemişti Kamuran Bey. Ne var ki inanca olan inancını kaybetmiş biriydi Süveyda, Kamuran bey masumdu belki de, bilmiyordu.

 Kamuran Bey’i zaman zaman düşünüp onunla ilgili bir gelecek düşlediği de olurdu ama gerçeklik algısının kırılması onda kronik bir hasar bırakmıştı. Kafasındaki Kamuran Bey için bir sürü karakter yaratıyor, tam içlerinden birine ısınacak olsa, “Hayat benden daha şaşırtıcı bir senaryo yazmıştır.” mutlaka deyip kendisinden bile yalnız olan yalnızlığının güvenli kucağına bırakıyordu kendini yine.

 Gerçekleri öğrendikten sonra evdeki tüm aile albümlerini atarken çerçeveli fotoğrafları da atmıştı ama onların konsolun üstündeki eski yerleri tüm ev tozlanmasına rağmen tozlanmıyordu. Bu sanrılar ona ağır geldiğinden bazen çerçeve de alırdı Süveyda.

 Fotoğraflardan fal açmayı eğlendirici bulurdu, “Bu anne olsun, bu küçük kuzen’.” derken kendinden kaçar, bu kaçışın hazzı terapi gibi gelirdi ona.

 Fotoğraflar içinde onu en çok etkileyen yeşil gözlü, orta yaşlı, güzel bir kadın fotoğrafıydı. Onu ablası yerine koyup ona özel bir çerçeve yaptırıp başucuna koymuştu. Ardından ayna karşısına geçmiş, “Bu kadının kardeşi olabilir miyim acaba, benim de gözlerim bal rengi ne de olsa!” diye uzun uzun düşünmüştü. Neden olmasındı, yaşam olasılıklar silsilesi değil miydi?

 Ablası yerine koyduğu kadının giyimi çok hoştu, döpiyes bir etek, puantiye desenli bir gömlek, şık topuklu ayakkabılar ve dağınık topuzuyla çok göz alıcıydı Sibel. Evet, ablasının adı Sibel olmalıydı, Sibel ve Süveyda iyi bir ikiliydi artık. Süveyda ekseriyetle onun gibi giyinmeye çalışıyor, bu kostümler ona kendisin de anlam veremediği bir güven veriyordu.

 Süveyda bir gün Feriköy antika pazarına gitmiş, eski kasetlerin olduğu bir tezgâh çok ilgisini çekmişti. Nazan Öncel’in “ Yan Yana Fotoğraf Çektirelim” albümünü gördüğünde, yüzünde müstehzi bir gülümsemeyle albümü satın alıp günlerce dinlemişti. Fotoğraflar kimine sevinç olurken, diğerine azap verebiliyordu pekâlâ.

 Çok bunaldığı bir gün sahilde yürüyüşe çıkmak istedi Süveyda. Sahil paslı gökyüzüne rağmen güzeldi yine de, martıların çirkin sesi mavi bir güneşle birleşince melankoliyi de beraberinde getiriyordu.

 İnsanlar yaşam doluydu, yüzlerindeki tebessümle ışıldıyorlardı adeta. Ağlayan bir çocuk, sesiyle ortalığı inletiyordu. Uçan balon için tutturan çocuğa annesi o balonu almıyordu. Süveyda’ ya çok talepkar bir çocuk olmamasına rağmen istediği her şeyi almışlardı, dahası ailesi onun istediği her şeyi yapmıştı. Ben annemin yerinde olsam ne yapardım diye uzun uzun düşünürdü eskiden, ama bunu tecrübe etmek için anne olması ya da bir çocuğu evlat edinmesi gerekirdi. Bunların hiçbirine sıcak bakmadı hiçbir zaman, bir bağ kurmak onun için bir yüktü çünkü. Kurduğu tek sıcak bağ ise narsist kedisi Duman’laydı.

 Eve döndüğünde kedisini yatağında bulamadı. Bu yatağı aldığında sevinçle Suna’ya göstermiş ve Suna’da hışımla ‘”Ne gerek vardı ki buna dünya para vermeye Süveyda, kediler canları nerede isterse orada yatar.” diyerek hevesini kırmıştı kadının. Gerçekten de öyleydi, Duman uykusu gelince ortadan kaybolup uyumak için kendine sessiz sakin bir köşe seçiyordu. Hava iyice kararmaya başlayınca kedisini aramak için odaları gezmeye başladı Süveyda.

 Emekli olduktan sonra kitap yazmak için oluşturduğu yazı odasında buldu kedisini ve gördükleri karşısında gözleri şaşkınlıkla açıldı. Sahaflardan aldığı kutulardaki kâğıtların çoğu kemirilmiş, parçalanmış haldeydi. Bu bir işaretti Süveyda için.

 Duman bile dayanamıyordu bu hayaletlere demek diye iç geçirdi ve kendisinden iyice yorulduğunu o gün tüm hücrelerinde hissederek içinden bir çığlık koparcasına seslendi kedisine:

 – Duman, oğlum, fotoğraf çektirelim mi?

2 thoughts on “Kağıt Avcısı”

  1. Okurken yazarın yaşadıklarını hissettim, anlatım diline bayıldım.
    Suveyda nin hayatı tam da isminin anlamı ile ortusmemi mi?
    kalpte olan siyah nokta ve kalpteki belirgin siyah benek. Kalpte oluşan günahlar siyah noktalara benzetilir ve bu siyah noktalara ait bilinmezlik makamına süveyda anlamı verilmektedir.

Yorum bırakın