Yazarlık Bence

 Bir gün Dostoyevski okudum, ertesi gün Kafka okudum, o gün Camus okudum, başka bir gün Oğuz Atay, sonraki gün Sabahattin Ali, yağmurlu bir günde Haldun Taner, zamansız bir günde Ahmet Hamdi Tanpınar, kendime ait bir günde Virginia Woolf, geceler boyu Stefan Zweig, bir pazartesi günü Marquez, art arda Shakespeare, peş peşe Çehov, o yıl George Orwell, sonra Beckett okudum… Hepsinden o kadar büyülendim ki aynı büyüden ben de yapmak istedim. Bence yazarlık güdüsü bir büyülenme hâliydi. Kim bilir kaç yıl önce, belki sokaktan bir at arabasının sesi eşliğinde, belki bir gaz lambasıyla, belki soğukta, belki kaosta, belki çok yalnızlıkta, belki çaresizlikte yazılmış o romanları, o karakterleri, o cümleleri ne zaman okursanız okuyun sanki şimdi yazılmışçasına sizi sarsabiliyorsa ve capcanlı karşınıza dikilebiliyorsa bunu başka hiçbir şeyle açıklayamayız. Kabul edelim, bir büyü etkisindeyiz!

 Yazar nasıl büyü yapar? Bence iki kelime arası boşlukla… Bu “masa” ve “bardak” kelimeleri arasındaki boşluktan ziyade “yalnızlık” ve “yalnızlık” kelimeleri arasındaki boşluktur. Bu, benim cümlelerimdeki “yalnızlık” kelimesinin anlamı ile bir başkasının cümlelerindeki “yalnızlık” kelimesinin anlamı arasındaki uçurumdur. İnsana dair her duyguya karşılık gelebilecek bir kelime icat edilmemiştir, kelimeler yetersizdir. Çünkü bizler ne “0’” ne de “1”izdir, “sıfır” ile “bir” arasındaki o sonsuzlukta tanımsız bir noktayızdır. Bir yazar, tanımsız noktayı -yani boşluğu- saptar, belki bir romanla, belki de bir cümleyle kendince bir karşılık bulur. Okur irkilir çünkü kör noktası aydınlanmıştır. Aynı şekilde bir ressam o boşluğa bir resim çizer, bir müzisyen beste, komedyen şaka yapar… Shakespeare bir oyun yazar, seyircilerden biri kendi kendine sorar: Benim sahnede ne işim var? Beni nasıl bu kadar iyi tanıyabilir? Nerede açık verdim?

 İnsan bedeni, iç göstermeyen kumaştan yapılmış gibidir; ne kadar ışığa tutarsak tutalım içinde neler sakladığını asla göremeyiz. Yazar, görünmeyen her şeyle ilgilidir. Jest ve mimiklerimizin ardına saklanamayız. Suratımıza baktığında nefes alıp veren burun deliklerimizin, konuşan dudaklarımızın, yüzüne bakan gözlerimizin alt metnini çözümler, görünmez sandığımız kör noktalarımızı bulur, ortalık yere saçar. Bir gün Dostoyevski’nin bir romanını okurken duraklarız. “Beni nasıl buldu?”

 Bence yazarlık, saklananları bulurken kendini saklayabilmektir. Hiç ’”Öfkeliyim.” demeden “Çok öfkeliyim!”i anlatabilmek… Bazen yazarlık; insan olmanın üstesinden gelebilmek bazen de insan olduğunu hissedebilmek… Dışarıdan bakan birine göre manavdan domates seçen biri gibi görünürken, zihninden bir karakterinin intihar mektubunu yazabilmek… Dali’nin o tablosuna baktığında tanımlayamadığın o hissi bir öyküye dönüştürebilmek… O şarkıyı dinlerken bir karaktere aşk cümlelerini yazdırabilmek… Artık her şeyde, her yerde, her insanda bir giz aramak… Ellerin cebinde, gözlerin adımlarında kilometrelerce yürüyerek bir kutunun içine hapsolmuş karakterini nasıl çıkaracağını düşünmek… “Bir bitki konuşarak, bir insan susarak birbirlerine neler anlatırlardı?” diye çok ciddi düşlere dalmak… Defalarca ölmek, defalarca doğmak; her karakterle, her öyküde, her kavramı yeniden tanımlamak… Bir meselenin peşine düşmek… Varoluşunu sorgularken var olamayışının yükünden kurtulmaya çalışmak…

 Ve bir yazar kendi kendine hep şunu sorar: “Beni nasıl bildi?”

Yorum bırakın