Ekspresyonizm Üzerine

Yarım Kalmışlık

The Window Seat
Pencere Kenarı
William Orpen
1901
Dışa vurumculuk (ekspresyonizm)

 Tarih boyunca buna benzer pek çok sahneye tanık olmuşuzdur. Bazen bir ressam tarafından tuvale yansıtılmış, bazense bir fotoğraf karesinde karşımıza çıkan -pencere kenarı- ne çok insan figürü vardır.
 Muhtemelen duvarları yüksek, 19. yüzyıldan kalma, abartı objelerle süslü bu evde yalnız bir kadının hayalleriyle baş başa kaldığı bir “an”dan bu eser.
Çok klasik görünse de bu resimde dikkatimi çeken elindeki yarım kalmış kitap oldu. Çoğu zaman elimize aldığımız kitaplar düşüncelerimizin azizliğine uğruyor.
 Kim bilir hangi sinsi düşünceler bizi okuma zevkinden mahrum bırakıyor!
 Çok beğendiğim bir cümle: “Ne anın içinde kalabiliyor, oraya yerleşebiliyor ne de ondan kurtulabiliyoruz.”
 Okumak, yazmak, dinlemek ve hatta konuşmak gibi bizi ana kilitleyebilecek eylemleri nasıl oluyor da uzak düşüncelerle baltalayıp yarım kalmalarına sebep oluyoruz? Oysa düşünce dediğin geçici bir eylem değil midir? Gelir ve geçer.. Hepsinin anlık anksiyete veya mutluluk kaynaklı ortaya çıktığını düşünürüm.
 Peki niye baltalarız?
 Bunun üzerine uzun zamandır düşünür oldum. Hayat akışında yer alan hemen her eylemi bazen yarım bırakıyoruz. Kitap okurken, müzik dinlerken ve bazen çekici bir filmi izlerken bile bambaşka düşüncelerin seni esir almasına izin veriyor musun? Ben veriyorum!
 O an yaptığımdan vazgeçip içimdeki seslerin yükselmesine izin veriyorum. Sonra da yarım kaldığı için eyleme küsüyorum.
 Yarım kalmışlık hissi zor..
 Hayatında yarım kalan diye tanımladığın anların bir haritasını çıkarsan muhtemelen bir dünya turu atmış olabilirsin.
 Peki o yarım kalmışlıkların kaçını sonradan tamamlamaya çalışıyorsun?
 Pencere kenarındaki kadın misali yarım kalan bir kitaba aynı heyecanla kaldığın yerden devam edebildin mi? Ben edemedim.
 Her seferinde biraz geriye gitme ihtiyacı hissettim.
 Ya geriye gidemediklerimiz? Yarım kalan hayaller, duygular, hikâyeler….

İki Kişilik Yalnızlık dediğin şey…

The Lonely Ones İki Kişilik Yalnızlık
Edvard
Munch 1896
Dışa vurumculuk (ekspresyonizm)

 19. yüzyıldaki bu ekspresyonist ressamın tuvalinden çıkan, dışavurumun bir yansımasıdır. Aslında eserin adından da anlaşılacağı üzere ilişkilerdeki tükenişe gönderme yapılmış.
 Munch’un resimlerinin çoğunda melankolinin hakim olduğunu görsek de aslında insana ait bir çok duygunun yansımasını görebiliriz.
 Muhtemelen 30’larında olan çiftimize ne olmuştur da yol ayrımına gelmişlerdir. Sanki aynı ufka bakıyor gibi olsalar da etrafa saçılmış taşlar ve hatta kaya parçaları artık bu ilişkinin inişli çıkışlı hallerden sert bir dönemece girdiğini hissettiriyor.
 Arkaları dönük, birbirlerine bakmada, artık yalnız olduklarını fark ettikleri ama bununla yüzleşmek yerine aynı yere, “geleceğe” bakıyor-muş gibi yaptıkları bir sahne.
 Bugün gerçeği farkında olup da bin bir bahane üretilerek devam ettirilen ilişkilerin çoğunda bu sahneyi izler olduk.
 İki Kişilik Yalnızlık dediğin şey ağır bir yüktür. İnsana insandan daha ağır gelen de yoktur. Bittiğini bilirsin ama kabul etmemek için bahaneler üretirsin.  O bahaneler bazen rahatlık, bazen çocuk, bazen hayat kaygısı, bazen de yalnızlık korkusu olarak çıkar karşına.
 Sorarlar: “Eh işte ya, bundan sonrakinin ondan daha iyi olacağının garantisi var mı? İdare ediyorum.” derler.
 Kocaman bir yalnızlık denizinde tek başına bazen bir kayaya tutunarak, bazen de nefesi tutarak yaşamaya çalışırsın. İdare edersin işte!
 İnsan ne zaman mutsuzluğa, yalnızlığa tamah eder oldu? Bugünün modern dünyasında hemen her kişisel gelişimci (bu da meslek oldu) önce “sen” diyor. İnsan hiç “önce ben” oldu mu gerçekten?
 “Önce ben” demenin bir tanımı var mıdır? Nerede belirlenmiştir o sınırlar? Peki, “önce ben” dediğinde ötekine ne oluyor?
 İki kişilik yalnızlığı kabul ettiğinde “ben” bunun neresindeyim?
 Sanki “ben”den vazgeçtim demenin bir yolu gibi geliyor bu kabulleniş. Eski zamanlardaki evliliklerin çoğunda da – aşk dolu olan tontonları tenzih ederim – birbirini kabul var. Ama bu kabul bir hapsoluşa dönmeden uyumlanarak şekil alıyor.
 Bugünse kabul ediyor-muş gibi yaparak çokça hapsolmuşluk, çaresizlik var. Kadın-erkek fark etmeksizin hayatta kalma mücadelesinin içine “rağmen”leri sıkıştırıyoruz. Bana kötü hissettirmesine, beni değersizleştirmesine, bir şey hissetmememe rağmen gidemiyorum… Çünkü “neden”lerim var.
 Yerine mi? Ben de -mış gibi yapıyorum. Eh işte, idare ediyorum!

“En kötü ne olabilir ki?”

In the Rain – Yağmurda
Franz Marc – 1912
Dışa vurumculuk (ekspresyonizm)

 Dünyadaki tüm dengesizliklere yabancı kalamayan Marc, büyük kuvvetler karşısında hiçliğini anlar ve içine kapanır. Ve bakışlarını doğadan uzaklaştırarak kendi içine çevirip iç muhasebesini yapmaya başlar.
 “Ben kendimi korkumdan kurtarmak için resim yapıyorum.” der.
 Saklanmak, saklamak… Çokça gizlenmiş figürün olduğu Marc’ın bu resmine uzaktan bakmayı deneyebilirsin. En çok tetiklenen duygun ne oldu?
Rengarenk bir dünyada, doğanın sunduğu bu renk cümbüşünde saklanma ihtiyacını gördün mü?
 Güçlü yağmur damlaları, adeta ormanın ortasında ağaç gölgesinden saklanma arzusu.. Sanırım bu tablodaki en cesaret verici olan beyaz köpeğin en önde saklanma ihtiyacı hissetmeden kendisini ortaya koyması. Yağmuru kabul etmek, olduğu gibi o anın tüm güzelliğini görmek yerine kaçmak, saklanmak isteği…
 Sadece korkudan kurtulmak, kaygıdan kaçmak için neler yapıyoruz? Son zamanlarda insanların bu kadar içe dönmesinin bir anlamı olmalı. Hemen her kitapçıda “en çok satanlar” kategorisinin önünde duran ve sanki yanıt bulmaya çalışan çok kişi gözlemler oldum. Muhtemelen bir çoğumuz kitap sayfalarındaki satırlarda kendini buluyor ya da bulduğunu sanıyor. Bazen bunun, insanın zor duygularla mücadele etmedeki savaşı gibi hissediyorum. Satır aralarında kendine ait bir şey bulabilirsin ama önemli olan sadece bulmak değil de bulduğunla değişimi sağlamak. Bu da zor olanı… Bu savaş sırasında çok yorulabilirsin.
  Bir yerlerde kurtulmayı çok isteyen ama nasıl sorusuna bir türlü yanıt bulamayan insanın yaptığı en kolay şey kaçmak olabilir mi? Oysa kaçmak ya da kurtulmak da savaşmak kadar insani değil mi?
 Ben bu aralar kaçmak ve korkmak yerine kabul mevzusuna takıldım. Her neyse zorlayan o duygular, varlığını kabul etmek ve yerine iyi gelen bir başka duyguyla yer değiştirmek…
 Yağmurun yağdığını ve şemsiyem yoksa da ıslanacağımı bilmek, bunu kabul etmenin hazzını yaşamak daha çok anlam ifade ediyor. Kabul etmek yok saymak değildir. Kabul etmek aslında iyi ya da kötü hissettiren ne varsa buna ben varım demek. Son günlerin “bilinçli farklındalık/mindfulness” dediği hikâyenin de özünde bu var aslında. Ben buradayım, her duyguya varım, görüyorum, tam şu anda bunu yaşıyorum, hissediyorum, diyebilmek…
 Ama her konuda bunu yapamam, kabul edemem dediğinizi duyuyorum. O zaman küçük adımlarla başlayın. Deneyin. En sevdiğim cümleyle bitiriyorum “En kötü ne olabilir ki?”

Yorum bırakın