Tarık, Tanrı Değildi

 Sana dün bir tepeden baktım Aziz Ankara. Pavyondan halliceydin. Ben de orospunun tekiydim.
 Başlarım Aziz Ankara’na da orospuluğuna da. İn çabuk o duvarın üstünden. Sana söylüyorum, ciddiyim.
 Beni dinlemiyor tabii. Sözün şehvetine kapılmış, kahkahalarla tepiniyor duvarın üstünde. Bense ağzımdaki patlamaya hazır kahkahayı bastırıp anneliğe soyunuyorum.
 Aysun, duymuyor musun beni? İn oradan hemen. Bütün park bize bakıyor. Hadi gidelim.
 Giriştiği şiiri yarıda bırakıp şarkı söylemeye başlıyor.
 Hadi gidelim, kalk gidelim, bize gidelim…

 Ay devamı neydi?
 Tövbe
 Tövbe tövbe. Bi’daha…
 Bir elinde telefon, bir elinde bira şişesi… Onu izlemek, hayatın neşeli bir yer olduğu duygusu yaratıyor bende. Onun gibi olabilir miyim? Zor. Bir şeyi başlatıp pişman olacak güç bende yok ama onda var. Tarık’ta da vardı.

 Aysun’dan biraz uzaklaşıp çimlere oturuyorum. Çimler kuru. Kar yağmıyor, yağacağı da yok. Tanrı, kaç yılbaşıdır sizi aydınlık bir yıl beklemiyor dercesine yağdırmıyor karı. Ankara’nın ayazı saç diplerimde dolanıyor. Soğuktan içine kaçmış bedenimde daha bir küçük hissediyorum kendimi. Bodurum ben. Ellerim yere çabucak yapışabilir. Rutubet kokusunu hemen alır burnum. Gözlerim toprağı, sincapların toprak altına zulaladıkları meşe palamutlarını, minyatür bir kuş yuvası formundaki palamut kabuklarını, yaprak altında kalmış böcek ölülerini birçoklarından önce görür. Vurulmamak için ölü taklidi yapan hayvanlar olduğunu biliyorum. Acaba ezilmemek için ölü taklidi yapan böcekler de var mıdır? Peki ya ben? Çok mu geç kaldım, ezildim mi? Toprağa yakın bedenim, gökten çok yere ait hissediyor kendini. Uçuşamam ben, yapışırım anca. Oysa Aysun öyle mi? Bende olmayan ne varsa onda var. Bir tek saçlarımız… Benimkiler savruluşuma eşlik ederken onunkiler dimdik, ne başına, ne omzuna yük. Kırmızı beresinin altında varlığı bile seçilmiyor. Bense varlığımı saçlarımın ardına gizliyorum.

 Varilin içinde ateş yakmış birileri. Genzimde közlenmiş odun kokusu… Kar taneleri değil ama isler uçuşuyor etrafta. Bir de saçlarım… Rüzgârda tel tel savrulan…. Uzunluğu kalçalarımda, ağırlığı kafamda, kaşıntısı yanaklarımda… Saçımla bir kavgaya tutuşuyorum. Oynaklar ve uçarı. Dansa durmuşlar sanki. Ben değil ama onlar eşlik etmek istiyor Aysun’a. Yılankavi hareketler… Göğü yol bellemiş kıvrıla kıvrıla, dalga dalga ellerimin arasından kayıveriyorlar. An geliyor, kıskıvrak yakalayıveriyorum onları, büküyorum, buruyorum. Sonra, uçuşmasın bir daha diye sıkıca tutuyor, hızlıca örüyorum. Ucundan tutup çekiyorum. Örgüden sıyrılıp akan saçlarımı yuvarlıyor ve göğe bırakıyorum. Rüzgar ateşe sürükler belki, sonra bir cızırtı, ardından kötü bir yanık kokusu…

 Saçlarım, Tarık’ın ellerinde… Yılbaşı civarı. En uzun geceydi galiba. Fakülteden çıkmış durağa yürüyoruz. Sokaklar yanıp sönen ışıklarla dolu. Yağmur birden bastırıyor. Rüzgarla gelen yağmur, ıslak geçecek bir yılın habercisi. Ve beni Tarık’a sürükleyen…
 Çok ıslandın, bize gel istersen.
 Gidiyorum. Karnabahar kokuyor evi. Cebeci’nin arka sokaklarındaki öğrenci evleri, böyle kokar çoğunlukla. Sobayı yakıyor. Haşlanmış karnabahar gibi kokmaya başlıyor ev.
 Giyecek bir şeyler vereyim istersen.
 İstiyorum. Ellerimi uzatıyorum sobanın sıcaklığına. Yanaklarımda ateşin dili… Saçlarıma dokunuyor.
 Havlu vereyim.
 Veriyor. Saçlarımı omzumun üstüne yatırıyorum, kavgaya tutuşuyorum onlarla tel tel, tüy tüy. Havlunun arasında kesik kesik bağıran saçlarım… Bir öbek karalık… Avucumun içinde yuvarlaya yuvarlaya… Bir kara nokta sonra… Sobanın içine atmaya niyetlenip üstüne düşürülen… Yanık saç kokusu, karnabahar kokusuna eşlik eden…
 Tarık şarap içiyor, içi ısınacak… Ekşi üzüm kokuyor ağzı ve iyot. Çekercesine dokunuyor önce. Çekiliyorum… Kanepenin kenarı sığınak… Kıskıvrak yakalıyor saçlarımı… Tanrı, bacak arasındaki yetmezmiş gibi bir de boynuna yerleştirmiş erkekliğini. Kalçalarıma doğru uzanan yoldan giriyor içeri. Çamurlu ayaklarıyla, eze eze, altında ezilmiş böcek kanı… O kadar hızlı oluyor ki boşalması, içimin yırtılıp akması… “Ah”lar dökülüyor dilimden. Gece iniltili. Nasıl olduğunu bilemediğine, pişman olduğuna dair bir şeyler böğürürken adem elması inip çıkıyor. Sırtımdan sıkıca tutup üstüme abanışının ve sonra ta içimde yer edişinin kudurtan pişmanlığı ağzında köpürüyor. Konuşurken, adem elması inip çıkarken, ağzında sözcükler tükürükle boğulurken görüyorum, yüzüm yatağa gömülüyken göremediğim her şeyi: sümüksü ince zarların birbirine sürtündüğü yapış yapış bir boğuşma, tutam tutam saçlar…

 Bazen insanlar, sırra kadem basarlar. Ben öyle olsun istemiyorum. Sırrım olsun ama kadem basmayayım. Tarık’ı affetmeye çalışıyorum. O da çabalar gibi yapıyor. Deniyoruz bir süre. Ben yok saymayı, o başlatmamış olmayı… Ama… O içime her girip çıktığında içimde bir şeylerin yeri değişiyor. Çok silkeliyor beni, kalbim kasığım oluyor, midem ağzım. Her seferinde daha bir yarım hissediyorum kendimi. Olmuyor, sen başlatmayınca, sadece eşlik eden olunca olmuyor işte… Sonra Tarık gidiyor, sırra kadem basıyor.

 Hadi, gidelim, kalk gidelim. Bi’daha tövbe, tövbe. Bayılıyorum bu şarkıya.

 Aman be, yılbaşı bu akşam! Hadi azcık eğlenelim. Ne bu surat?
 Senin şiirinin devamını yazıyorum.
 Hadi ya, okusana!
 Bir el silkeledi beni sonra. Sanırım Tarık’ın eliydi. Tarık, Tanrı mıydı?
 Yapma ama, yine mi?
 Benim nicedir diyemediğimi o uzata uzata, dişlerini kıstırıp dudaklarını oynata oynata söylüyor.
 Orospu çocuğu.

 Kalk kalk, yok öyle…

 Patlatacağız bu akşam.
 Patlatmak?
 Havai fişekleri.
 Delisin kızım sen.
 Arkadakileri gördün mü?
 Senin var ya…
 Fena mı, eğleniriz.
 Botanik’ten aşağı yürüyoruz. Sokaklardaki şıkır şıkır yılbaşı ışıklarına, süslerine bakarken Aysun’un gözlerindeki koyver gitsin ışıltısını görebiliyorum. Elindeki bitmiş bira şişesini çöpe atıyor ve başını hafifçe arkaya doğru çevirip “Biram bitti ya!”, diyor.
 Bizim biralar da bitti, diye karşılık veriyor arkadakiler.
 Yol üstünde market var mıydı?
 Şu ileride bir market olacaktı, cevabını da geciktirmiyorlar.
 Bizimki kıkır kıkır. O içsin, ben ona baktıkça sarhoşluğu öğreneyim istiyorum. Marketi görünce parkta oynayan çocuklar gibi sektire sektire koşuyor. Kapının önündeki kasalardan bir elma alıyor ve çocuklara uzatıp “İlk günahımızı işleyelim mi?”, deyiveriyor.
 Şaçlarıma mı, başıma mı, yüzüme mi… Elimi nereye koysam şaşırıyorum. Çocuklar da kalakalıyor. Bu kadarını onlar bile beklemiyor. Aysun patlatıyor kahkahayı. Elimi tutuyor ve koşa koşa uzaklaşıyoruz oradan. Arkamızda günah işleme arzusu boğazlarında kalmış çocuklar…

Yorum bırakın