Mendilin Anlattığı

 Caferağa’dan yukarı doğru ayaklarımı zorladım. İki kişi benim savımı seslendiriyor.

 -Yok yok bu havada dışarı çıkılmaz.

 Yanlarına oturuveriyorum. Tanışıkmış gibi. Ben herkese böyle hissederim.

 -Bitmiş midir mahkeme?

 Saatine bakıyor öteki.

 -Bitmiştir. Boşamıştır hakim.

 -Ayrıldılar he? Vay be.

 -Onlar zaten ayrıydılar. Tek bağlaçları çocuklarıydı.

 -Bağlayıcı yönleri , ortak noktaları ya da diyorum.

 Şaşırıp bana bakıyorlar. En çok şaşıranın yüzüne tüm yaşlılık çizgileri toplanmış.

 Onunla uzun süre manasız bakısınca yanlarından kalkmak zorunda kalıyorum.

 Tekel bayiine selam vermeden önünden geçiyorum. Hemen yan sokağa sapıp Apik Bey Konağı Huzur Evi’nin Şehnişinin altında bekliyorum. Saat bana 14.30 diyor. Vaktinde gelmişim. Ben her şeyi vaktinde yaparım da anneme göre evlenme işini zamana uyduramadım. Geç kalmışım.Vakko marka parlak eşarplı kadın bana doğru geliyor. Başına doladığı şeyin ışıltısı yüzünü daha bir soldurmuş. “Niye içeride beklemedin?” diye sormaz annem. Bilir beni. Kokulara karşı pek bir hassasım.

 İçerisi camlar açılmadığından mütevellit mimoza, alt notalarda sandal ağacı, bergamot, misk, biraz idrar , renkli küçük haplar kokar.

 Yol boyunca usuma, boşanan iki insan gelip durdu. Şimdi ayrıldılar. Beraberken nasıllardı? Konuşuyorlar mıydı? Şimdi biri çıksa evlensek ben de konuşamam. Ölesiye susarız. Sever mi ki beni böyle?

 -Simit

 -Tamam anne, alıyorum hemen.

 Hafta sonları getiriyorum onu. Simit yiyor, film izliyoruz. Akşamları saçlarını taratıyor bana. Buz rengi beyaz, gri saçlar. Usuma yeniden o çift geliyor. Birlikte yaşayan kişilerin zamanla kimyaları aynı olurmuşmuş. Birbirlerine benzerlermişmiş.İlaç kutusundaki ilaçları da karışır mıymış! Aynı hastalıklar, yakınmalar…

 Aynada biri, diğerini mi görürmüş? Daha neler…

 Mendilini çıkardı.

 -Saçlarımı tara.

 Düşen iki tel düşesiye kadar şu iki mendile düşsünmüş. Titiz kadın. Bende klorakla kireç sökücüyü karıştırınca zehirlenmemeyi ondan güçleyiverdim. Bir acı temizliğin kokusu dokunmadı bana.

 Beyaz saçlara her tarağı daldırdığımda zihnime o çift geldi. Sonra yolladım ikisini de ne halleri varsa görsünlerdi. Peki ya çocuk?

 Bana ne yahu veletten.

 -Tamam mı anne?

 -Tamam, pencereden silkele mendili. Saç kalmasın. Dur ya da ilk önce sana bu mendilin hikâyesini anlatayım.

 Köşede duran bozuk antika pikap kadar sessiz annem sıra mendile gelince susmaz, anlatırdı.

 -Bana bu mendili kim verdi bilir misin?

 -Bilirim ama sen yine de anlat.

 -Benim kalmak istediğim şu köşk var ya. İste orası gençliğimde köşk değil tabi. Çevresindeki diğer ahşap evler gibi. Hepsi, herkes kadar kıymetli.

 Tam karşısında biz kalıyoruz. Apik Bey’in oğlu, gelip gidip bana işaret ediyor. Babana nişanlıyım o vakit. Babamın onlarla bir münasebeti yok, hatta mahalleli hasım. Ermeni cemaat liderinin oğlu, babası İçeri Göksu’da kaçakçılık olaylarına karışmış. Tarihi eser anlarsın.

 Nereden anlayacaksam anlayacaktım. Burayı anlatırken olaya hep beni de dahil ederdi. Bu sıkılmayayım diye bana yaptığı oyunlardan biri.

 -Papaz Iyan’la beraber bir gece eve girdiler. Pencereden izlediğimi gören oğlan. İlgimi anlayıp merakıma rağmen bana güvendi. Ertesi gün, kimsecikler yokken beni konağa sokup bir mendile sarılmış minik bir büst gösterdi: “Ağlayan Kadın.” Böyleymiş adı. Kadının göz yaşları şeffaf, sanki gerçekti, hikâyesi varmış, söylentiye göre kerameti de. Bana eserin sarılı olduğu mendili verdi. Bir anlamı olmalı değil mi? Ha ha ha…

 Karanlıkta bakılırmış. Günese çıkarılıp bakılırsa ve eğer o damla ışıldarsa bakanın gözyaşı kurumazmış.

 E sorsana anne sen baktın mı diye?

 -Bakmış olsan ağlardın…

 -Ha ha ha akıllı çocuk.

 Her detayıyla yinelenen bu sahneden de hikâyeden de sıkılmıştım.

 -Devamını ben anlatayım anne. Yarın iş var yatacağım. Hükümet olayı anlıyor. Esere el konuluyor. Apik Bey’in Galata’da bası gövdesinden ayrılıyor. Oğluna ne olduğunu sende bilmiyorsun. Yaşasa mutlaka seni bulurmuş bunu biliyorsun.

 Tarağı çizilmiş ceviz komodinin üst çekmecesine fırlatıp yatağa uzandım.

 Bir mendilin hikâyesi bu olabilir mi ? diye düşündüm.

 Olayların ve tarihlerin gerçek olduğunu sonraları öğrenmiştim. Mendilin hikâyesi gerçek mi bilmiyordum. Üstelik geceleri mendilin kendisiyle konuştuğunu söyleyen bir kadına nasıl tümüyle inanabilirdim. Konuşup ne söylüyordu sanki. Gözlerimi kapayıp mendile bir hikâye de ben yazdım.

  “Tarih 1930’ların başı. Beyaz, peri masallarındaki gibi olmayan, sıradan ahşap bir evdeyim. Ev sahibimiz Apik Bey eve pek uğramaz. İçeri Göksu’daki çiftliğinde kendince mühim isler pesindedir. Beni bir gün olsun göğsüne takıp söyle bir salınmadı. Burada yapayalnızım. İçime renkli şekerler, delikli kuruşlar da konulmuyor. Bayram, sevinç, çocuk, kedi bu eve hiç uğramıyor. Genç bir oğlan geliyor arada. Saçları altın sarısı. İnceden sarı da kaşları var, çenesi biraz çıkık yüz hatları genç yaşından daha bir anlamlı. Susmayı babasından öğrenmiş belli ki. Öyle ki baba-oğul bir araya gelseler sessizliklerinden evde bir tufan çıkıyor. Bu sessizliği bir gün kuru bir telaş bozuyor. Bir şey getirilip benim göğsüme konuyor. Tüm ışıklar kapanıyor. Sessiz ev, simdi sessiz ve karanlık oluyor. Beni her gördüklerinde kalp atışları holdeki antika halının tozunu havalandırıyor. Çocuğu bir ürperti alıyor babası belli ki benimle ne yapacağını bilemiyor. Soğuk soğuk terleyip kimseye göstermeden kısa ziyaretler yapıp beni yeniden göğsümdeki mermer heykelcikle evin en karanlık kösesine kaldırıyorlar. Uzun süre kimse uğramıyor yanıma. Sus pus oğlan bir kızla geliyor. Göğsümde sakladığım ağlayan kadın heykelinin minik yüzünden daha minik bir yüzü var. Ona pekte uymayan iri gözler. Oğlan ilk defa konuşuyor. Göğsümdeki heykelden beni ayırıp kadının ellerine veriyor. İlk ve son defa bir şeyler konuşuyorlar.

 Masal belki de böyleydi .Belki de gerçekti. Bildiğim tek şey bu evde yeniden iki kişinin yası tutulduğuydu.

Yorum bırakın