Saatime bakıyorum. Neredeyse yirmi dakikadır bekliyorum ama beklediğim otobüs gelmedi. Herkes binip gidince ben de boş banka oturuyorum. Uzun süre ayakta dikildikten sonra şu tahta banka oturmak bile iyi hissettiriyor.
Can sıkıntısını gidermek için sağa sola bakıyorum. Yolun karşısında bir durak daha var. Elbette ters istikamete giden otobüsler için. Bir adam da o durakta bekliyor. Biraz daha dikkat edince onun da epeydir beklediğini fark ediyorum. Tek talihsiz ben değilmişim yani.
Akıllı telefonumu açacakken vazgeçiyorum. Başıma gelecekleri biliyorum çünkü. Burnuna takılan halkayla ayı oynatıcıların elinde kuzuya dönen zavallı vahşi hayvandan farkımız kalmıyor şu cihaz elimdeyken. Mesajlarım bitince sosyal medyaya göz atıyorum. Beni can alıcı noktamdan yakalayan bir haber ya da polemik illa çıkıyor karşıma. Ya gülüyor ya kızıp küfrediyorum elimdeki minik ekrana bakıp. Kendime gelip başımı kaldırdığımda saatler geçmiş oluyor.
Şu teknoloji harikasını icat eden türün bir üyesi olarak gururlanmalı mıyım yoksa türümün icadı cihazın tutsağı olduğum için üzülmeli miyim, bilemedim. Bu arada karşı durağa bir otobüs yaklaşıyor. İhtiyar benden şanslıymış.
Ama o da ne! Otobüs harekete geçip duraktan uzaklaştığında kader ortağım hâlâ durakta oturuyor. İşte bu ilginç!
Şimdi daha çok dikkatimi çekiyor ihtiyar. Yetmişlerinde görünüyor. İnce uzun bedeni, gri takım elbisesi içinde dimdik oturuyor. Sanırım o da beni süzüyor.
Aramızda on metreden daha uzun bir mesafe olmalı. Ama tuhaf bir şekilde bakışlarını gözlerimde hissediyorum. Beni bir yerden tanıyor olabilir mi?
Hafızamı kurcalıyorum. Tanıdığım hiç kimseye benzetemiyorum. Kör olmasın!
Ben manzaraya dalıp gitmişken bir otobüs önümü kapatıyor. Birden kendime geliyorum. Belediye otobüsü bu!
Adama bakarken dikkat etmemişim. Numarası kaçtı acaba?
Aceleyle ayağa kalkıp sağa doğru yürüyor ve otobüsün önüne geçiyorum. Evet, ta kendisi! Yarım saattir beklediğim otobüs sonunda geliyor. Tam binecekken gözüm yine karşıdaki durağa takılıyor. Bizimkisi hâlâ aynı pozisyonda duruyor. Donup kalmış gibi. Eğer sahiden körse yardıma ihtiyacı olabilir.
İçimde bir yerlerde vicdan dedikleri o gizemli şeyden kırıntılar kalmış sanırım. Çünkü ayaklarım otobüse yönelmiyor bir türlü. Kaptanın da çok sabırlı olmadığı belli, kapıyı kapatmasıyla gaza yüklenmesi bir oluyor. Bu demektir ki en az yarım saat daha buradayım.
Artık oturup beklemenin bir anlamı yok. Yayalar için yeşil ışık da yanmışken karşıya geçiyorum. Durağa yaklaştığımda yaşlı adamla göz göze geliyoruz.
Şükür kör değilmiş. İkincisi, donup kalmamış. Yaşlı adam çenesini kaldırmış, gözlerini kısmış, bakmaya devam ediyor. Bedeni sabit durmakla birlikte gri gözleri beni takip ediyor. Dudağının sol tarafı gülümser gibi hafif yana doğru çekilmiş.
Karşımda ya bir ruh hastası ya da görmüş geçirmiş bir adam oturuyor. Ütülü takım elbisesi ve düzgün bağlanmış kravatı ikinci ihtimali güçlendiriyor. Merhaba, deyip yanına oturuyorum.
Yanıt gelmeyince yandan yüzüne bakıyorum. Yolun karşısına bakmaya devam ederken başını ağır ağır sallıyor. Yüzünün ifadesinden beni anladığını fark edebiliyorum. İletişim kurabiliyoruz yani. Kör olmadığını anlamıştım zaten. Sağır olmadığından da eminim artık. Ama bana cevap vermiyor…
Ah! Adam belki de konuşamıyordur. Sahi, bunu neden düşünemedim? Kırış kırış yüzüne bakınca bu kanaatim güçleniyor. Bu yaşlarda geçirilen bir felç nedeniyle insanlar konuşamayabilir. Ama yanında baston bile yok. Yani eli kolu tutuyorken bana bir merhaba olsun diyemeyecek kadar bile olsa konuşamıyor olabilir mi? Bir anda beynimde ışık çakıyor. Demans!
Adam demans olmalı. Beni anlıyor ama söylemesi gereken kelimeyi hatırlamıyor. İşte bu her şeyi açıklar. Merakımı giderince içimi şefkat duyguları sarıyor. Zavallı ihtiyara acıyorum gerçekten. Şimdi bir mesele daha kalıyor geride. Konuşamayan bir adama nasıl yardımcı olabilirim?
Cebine uzanıp telefon ya da cüzdanını çıkarsam muhtemelen iletişim kurabileceğim birileri hakkında bilgi edinebilirim. Ama ben yaşlarda birinin durakta bekleyen bir ihtiyarın cebini kurcalaması dışarıdan bakanlar için hiç de hoş bir manzara oluşturmaz. Sonra gel de polislere durumu izah et!
Kendisine yardım edebilmem için bana bir yol göstereceğini umarak yandan bir kez daha süzüyorum ihtiyarı. O ise başını ağır ağır ve bilmiş bir edayla sallamaya devam ediyor. Başına gelen her neyse tüm olgunluğuyla bunu kabullenmiş görünüyor.
“Biliyordum.” dediğinde oturduğum yerde hopluyorum. Cin görmüş gibi korkuyorum çünkü. Demek konuşabiliyormuş. İyi de neyi biliyordu?
“Bana mı söylediniz?”
“Geleceğini biliyordum?” diyor çenesini daha da kaldırıp gözlerini kısarak.
Kesin birine benzetti beni. Ya da hayal dünyasında birileriyle konuşuyor. Şimdi verdiği cevapları tekrar düşünüyorum. Sorularıma yanıt olduklarını ispatlayacak hiçbir kanıt yok. Pekâlâ, hezeyan halinde olabilir ihtiyar. Öyle bir soru sormalıyım ki, aldığım cevap benimle iletişim halinde olduğunu kanıtlamalı.
“Benim geleceğimi nereden bildiniz?”
Dönüyor. Gözlerimden geçip ruhumun derinliklerine dek uzanan keskin bakışları hafif ürpermeme neden oluyor.
“Gözlerin…”
Hay Allah!
Şimdi kalkıp gitsem… Yani merakıma ya da vicdanıma uyup buraya kadar gelmişken çekip gitmek de olmaz ki.
Yardım bulma umuduyla sağa sola bakıyorum. Neredeyse beş dakikadır burada oturuyoruz ama başka da gelen yok. Gözümün önünde cereyan eden tuhaflıkları yadırgarken bir düşünce zihnimi kurcalıyor. Ya hepsi bir rüyaysa?
Ayaklarımı yere vuruyorum. Rüyalarımdan emin olamadığımda bunu yaparım hep. Ama görüntü değişmiyor. Halüsinasyon görüyor olabilir miyim? Şizofren değilim. Madde de almadığıma göre…
“Çok ilginç.” diyorum kendi kendime konuşur gibi. “Gözlerime bakıp buraya geleceğimi tahmin etmeniz beni şaşırttı.”
Konuştuğumu sandığım adamın bir hayalden ibaret olma ihtimali nedeniyle kısık sesle ve önüme bakarak söylüyorum bunları.
“Vicdanın seni sürükledi.” diyor bir kez daha yüreğimi hoplatarak. “Yalnız bir ihtiyara yardım etmek istedin.”
“Bak, bu doğru.” diye itiraf ediyorum. Yavaş yavaş cesaretimi topluyorum. “Peki, sizin için yapabileceğim bir şey var mı?”
“Esas kendine yardım etmelisin.” diyor. “Çünkü sen daha yalnız görünüyorsun. Ve daha çok yardıma muhtaç…”
“Bunu da nereden çıkardınız?”
Başını benden yana dönüp o gizemli bakışlarını bir kez daha gözlerime saplıyor.
“Gözlerin…”
Tespitleri beni bir kez daha sarsıyor. Ne diyeceğimi bilemez hâlde kalakalıyorum. Sonunda bir bayan yaklaşıyor durağa. Bu beni biraz olsun rahatlatıyor. Otuzlu yaşlardaki bayan gözlerini ihtiyarın yüzünden ayırmadan dibimize kadar geliyor. Bak şimdi! O da yakalanacak şu sarmala. Onun da ruhunda yaşananlar deşifre olacak. İhtiyar ona da gizemli bir şeyler söyleyecek.
Önümden geçip yaşlı adamın yanında duruyor yeni misafirimiz. Merhamet, sevgi, kızgınlık karışımı ama görüp görebileceğim en yoğun duygular içeren bakışlarını ihtiyara yöneltiyor. Sonra da eğilip koluna giriyor.
“Haydi, gidelim baba…”
İtiraz etmiyor yaşlı adam. Yaşından umulmadık bir çeviklikle doğruluyor yerinde. Dönüp geri bakmıyor bile. Ama yanındaki bayan dönüp anlamlı bakışlarını bana doğrultuyor bu sefer. Sanki yaşadığımız her şeyden haberdarmış gibi bir hali var. Sağ elini hafifçe kaldırırken parmaklarında minik kımıltılar oluyor. Gel şimdi de bu gizemi çöz!
Kadıncağız bu minik jest ve mimikleriyle o kadar çok şey anlatıyor ki… Mesela, babam yaşlı ve hasta, diyor. Eminim saçma sapan şeyler söyleyip sizi rahatsız etmiştir. Kusura bakmayın ne olur!
Delilik, çözülememiş birer muamma. Kim deli, kim veli bilmek zor… Buna karar verenin deli olmadığından nasıl emin olacağız?
Mesela, toplumun bildik kurallarına aykırı tutumu için şu ihtiyarın deli olduğunu söyleyebilir miyiz? Peki ya henüz kendi problemlerini bile çözememiş ve kafasında bin bir soruyla yaşamaya devam eden topluma uyan biz hangi sınıfa giriyoruz?