Bir Mozaiğin Parçaları: The Humans

 Karmaşık olarak örülen mozaik parçalar gibidir aile. Doğar, büyür, kopar, sarsılır, sarılır, uzaklaşır ama yine bir arada kalmaya çalışır. Tıpkı Blake ailesi gibi.

 Tiyatrodan filme uyarlanan yapıtlara merak sardığım son dönemde izlediğim etkileyici filmlerden biriydi Stephen Karam’ın The Humans (İnsanlar)‘ı . Duyguları sadece oyuncularla değil, filmin geçtiği ortam ve sesler üzerinden harika şekilde izleyiciye taşımayı başaran bir yapıt. Tabii bunda senarist Stephen Karam’ın yönetmen koltuğuna oturmasının, tabiri caizse her şeyini bildiği kendi gemisine kaptanlık etmesinin de payı olduğunu düşünüyorum.

 İzlediğimiz, okuduğumuz yapıtlarda, kendimizden bir şeyler arar ve çoğu zaman karakterler veya olayları yaşantımızla özdeşleştirme yoluna gideriz. Manhattan, Chinatown’a yeni taşınan Brigid Blake ve sevgili Richard’ın, Şükran Yemeği için Blake ailesini konuk ettiği filmde, bir ailenin hem kendileriyle hem de birbirleriyle nasıl yüzleştiklerini görüyoruz. 11 Eylül saldırısı sonrası dönemde geçen film, toplumun bireyler üstündeki izlerini derinden ele alıyor. The Humans filminin hemen hemen her karakterinde yaşadıklarımıza ve hatta gelecekte yaşamamız olası sıkıntılara rastlamamız mümkün. Çünkü Blake ailesi, bizim gibi hayata tutunmaya çalışan, aşk acısı çeken, zorunlulukların ağırlığında ezilen, gelecek kaygısı ve yaş bunalımı gibi duygularla boğuşan sıradan insanlar. Bu bağlamda sıcak ve samimi olarak nitelendirdiğim film, hem aile hem de toplum içindeki yaşantımıza ayna tutuyor.   

 Peki bu sıradan ailenin, geleneksel Şükran Günü yemeğini sıra dışı yapan ve bize filmi soluksuz izlettiren nedir? Daha ilk sekansta apartman boşluğundan gökyüzünü farklı açılardan  gösteren yönetmen, aynı aileden olsalar bile bireylerin hayata nasıl değişik açılardan bakıp nasıl farklı sınandıklarının ipucunu veriyor. Film boyunca Brigid’in hayalleri ve hayatın insanları zorladığı gerçekler arasında sıkışmışlığını, Aimee’nin (Brigid’in kız kardeşi) sevgilisinden ayrılmasını atlatamadan, hastalıkla mücadelesini, Erik’in (baba) demans hastası bakıma muhtaç Momo (annesi), geçim sıkıntısı ve eşini aldatmasından kaynaklanan ağır yükler altında ezilişini, Deidre’nin (anne) ise daha çok kendi hayatını, özellikle çalışma, sorgularken etrafında yaşananları kabul etmişlikten ötürü verdiği iç mücadeleyi izliyoruz. Yönetmenin aralara ustalıkla serpiştirdiği kara mizah yaklaşımlarla, örneğin yeni ev hediyesi olarak tuvalet kâğıdı getirilmesi gibi, film bize tebessüm ettirmeyi de ihmal etmiyor.

 Bunların yanı sıra filmin en güçlü özelliği, ustalıkla kullanılan metafor ve semboller üstünden bireylerin sıkıntılarını daha sarsıcı görmemizi sağlaması. Bunlardan birkaçını sizler için derlerdim.

 Özellikle bakımsız dairenin renk değiştirmiş, sızdıran ve kabarmış duvarları, apartmanın tekinsiz yapısı, puslu ve kirli camlar ardında görünen gölgeler üstünden ailenin, çoğu sahnede babanın, dışarı yansıtamadıkları kaygılarına, korkularına tanık oluyoruz. Aniden gelen sesler, Blake ailesinin zayıf noktalarını açığa çıkarmakta kullanılıyor.  Şükran Yemeği’ne de bu noktada değinmek gerek. Mutluluğun, birlikteliğin simgesi olarak oturulan bu özel akşam yemeği, Blake ailesi için bir süreden sonra birbirlerinin yüzlerine çekincelerini ve sırları açıkladıkları bir alana dönüşüyor. Ve tabii aynalar. Eserlerin çoğunda rastladığımız, yazarların, senaristlerin kullanmayı sevdiği aynalar, bu filmde bireylerin yansımaları üzerinden kendileriyle yüzleştikleri, benlik maskelerinin ortadan kalktığı kritik objelerden biri.  Dikkatimi çeken önemli metaforlardan bir diğeri Aziz Jude’un kırık heykeli. Aziz Jude, İsa’nın On iki Havarisinden olup umutsuz vakaların ve kayıp nedenlerin koruyucusu olarak nitelendirilir. Buradan yola çıkarak kırık heykelin, aile bireylerinin parçalanmış umutlarını, hayallerini simgelediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Son olarak dairenin iki katını birbirine bağlayan spiral merdivene değinmek gerekiyor. Blake ailesinin sık sık daha tam yerleşilmemiş, az eşyalı, daire içinde bir aşağı bir yukarı hareket ettiklerini görüyoruz. Özellikle geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantı olarak gözükse de merdivenler aynı zamanda Blake ailesinin her ne olursa olsun bir araya gelişini, aile bağlarını temsil ediyor.

 Yazımı sonlandırmadan The Humans filminin çekimlerinde kullanılan tekniklerden kısaca bahsetmek istiyorum. Aralarda dairenin dışı, apartman, asansör gösterilse de film genelde iki katlı bir daire içinde geçiyor. Mekânın sınırlandırılması oyunculara daha fazla odaklanmamızı sağlıyor. Tiyatrodan uyarlanmasının bunda büyük payı olduğunu düşünüyorum. Kameranın yakın çekimlerde kullanımı ise bireylerin duygular arasındaki geçişlerini yakalamamızda bize yardımcı oluyor. Yine özellikle bazı sekanslarda kameranın bize tek karede iki katı ayna anda göstermesi, resme bütünsellik katıyor.

 Film, aile, toplum kısaca bir bütün ve bütünün parçası olarak insanı her yönüyle bize anlatmaya çalışılıyor. Varoluşsal sorgulamalar, insan var olduğu sürece devam edecek ve etmelidir. Blake ailesi kendileriyle ve birbiriyle yüzleşirken varoluşlarını sorgulasalar da yüzleştikleri gerçeklerin altından kalkmakta zorlanıyorlar. Yine de aile bağlarını kullanarak ayakta kalmaya, sorgulamaya devam ediyorlar.

 Tıpkı bizler gibi…

4 thoughts on “Bir Mozaiğin Parçaları: The Humans”

  1. The Humans adlı filmi çok beğenerek izlemistim. Yazar bu muhteşem yorumuyla gözümden kaçan bazı ayrıntıları hatırlatmış oldu. Bu güzel yazıyı okuduktan sonra filmi bir daha izlemeye karar verdim. Kalemine sağlık Elçin Çakmak.

Yorum bırakın