Haftanın tüm yorgunluğu omuzlarının üzerinde birikmişken spor salonuna gidip gitmemek konusunda bir müddet düşündü. Sadece kırk dakikasını ayıracağı bir eyleme karşı olan bu aşırı isteksiz ruh hâlinden uzaklaşmaya çalışarak yola koyuldu. Korna sesleri, birbirini ezercesine ilerleyen kızgın arabalar, sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan bir yığın insan arasında kulaklığından gelen müzik sesiyle içinde bulunduğu kaos ortamından uzaklaşmaya çalışıyordu. Hem bunca kalabalığın nereye koşuşturduğunu düşünüyor hem de kendinin bu koca güruhun arasındaki yerinin neresi olduğunu bulmaya çalışıyordu. Spor salonuna vardığında içindeki tembellikten eser kalmamıştı. Beli, kolları ve bacakları esneyerek nefes almaya ve haftanın tüm yorgunluğunu geride bırakmaya pek bir hevesliydi kapıdan içeri girerken.
Kırk dakika boyunca yaptığı birbirinden farklı hareketleri tamamlayıp tramvay durağına doğru yeni bir yürüyüşe başladı. Hava kararmış, mesai saatleri sonlanmıştı. Fakat kalabalık ve koşuşturma tüm hızıyla devam etmekteydi. Her saat, her an koşuşturacak bir şeylerimizin olması ne garip diye düşünüyordu hızlı adımlarla ilerlerken. Tepeleme insan vücutlarının arasında sıkışarak kendine bir yer edinince kaçak bir göçmen gibi hissetmişti tramvayda. Üst üste yığılmış insanlar, havada kesif bir ter kokusu ve sürekli somurtan bir sürü suratla yolculuk başlamıştı. Düşmemek için birbirlerinin vücudundan destek alan bu insan yığını arasında tutunacak bir yer bulduğu için şanslı saydı kendini. Ayaklarında ve kollarında birbirini tekrarlayan bir düzine egzersizin bıraktığı yoğun sızılarla hemen eve gidip kendini yatağına bırakıverme hayaliyle boş boş bakıyordu tramvaydaki yüzlere. Herkes ellerindeki telefonlarla bir şeyler yapıyordu. Kimi mesaj yazıyor, kimi müzik dinliyor, kimi internetteki bilumum bilgiyle dolduruyordu yorgun zihnini. Birkaç kişilik gruplar hâlinde kendi arasında konuşan insanlar da yok değildi. “Neyse ki konuşabilme yetimizi hala kaybetmedik çok şükür!” diye düşünürken sıradaki duraktan bir yığın somurtkan insan daha karıştı diğer yığının arasına.
Bu esnada yaşlı bir çift tam önünde durabilecekleri küçük bir boşluk bulmuşlardı. Tramvayın hareket etmesiyle yerinde sallanıveren yaşlı teyze, eşi olduğunu tahmin ettiği amcanın kollarına yapışıvermişti. Amca, tramvayın sarsıntısından düşmesi muhtemel olan teyzeyi sarmalamıştı. Teyzeye tutunduğu demir parçasının alt kısmındaki küçük boşluğu işaret ederek “Buyurun. İsterseniz buradan tutunun.” dedi. Teyze tatlı bir tebessümle kızın yüzüne baktı. “Teşekkür ederim kızım. Ben yaklaşık otuz yıldır bu beyefendiye tutunuyorum.’’ diyerek kendisini sarmalayan amcayı gösterdi gülen ela gözleriyle. İçinden coşup gelen deri bir sızıyla “Maşallah çok tatlısınız.” diyerek gülümsedi yaşlı çifte. Teyze “Sağ olasın. Allah sana da nasip etsin kızım.” dedi. Teyzeye “Amin!” derken içinden “Bu yüzyılda çok zor be teyzeciğim… Oğuz Atay’ın da dediği gibi, artık insan tutunamıyor insana…”
Yaşlı çift bir sonraki durakta iyi akşamlar dileyerek el ele tutuşup indi tramvaydan. İnmesi gereken durağa geldiğinde yüzünde hüznün oluşturduğu o soluk ifadeyi görür gibiydi. Yaşlı teyzenin kurduğu bu küçücük cümle kalbini dağıtmıştı. Duraktan inip evine doğru yürürken zihninden geçiriyordu: “Ben otuz beş yıllık ömrümde kime, neye tutunuyorum?”
Yine hüznü ne kadar zarif dile getirmişsin ve her zamanki gibi yüreğimin bam teline dokundun elbette.. “ Hüzün ki en çok yakışandır bize “ Kalem tutan ellerin dert görmesin gözüm ..