“Sonuçta her şeyi görmediğimiz için bir şeyler duyarız.”
Slavoj Žižek
Roy Arne Lennart Andersson filmleri, özellikle ilk kez izleyen seyirci için, afallatıcı. Filmler, öyle sinemaya gidip koltuklarımıza kurulup patlamış mısırlarımızı yerken hoş vakit geçirelim diye izlediklerimizden değil.
Roy Andersson, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en özgün dilini yaratan yönetmen olarak anılıyor. Bence haksız da değiller. Üstelik bu işe Ingmar Bergman’ın İsveç’inde soyunduğunu düşününce cesaretini kutlamamak elde değil. Andersson, filmlerini genellikle sabit kamera ve geniş açıyla çekiyor. Mekânlar etrafımızda her gün görmeye alıştığımız cinsten. Silik, soğuk renklerde, hem birbirlerine hem de bizlere mesafeli , anlam yüklemesi zor nesnelerle bezeli. Sanki yalnızca birbirine çok benzer kurulumdaki yaşamlarımızın olmazsa olmazlarla nasıl sıradanlaştığını göstermek için oradalar.
Oyuncular amatör. Evrenselleştirmek adına yüzleri beyaz pudralı. Aynı zamanda ölü efekti veren bu makyaj ve basit hedeflerine odaklanmış hareketleriyle zombilere benziyorlar. Bu görseller, insan olmanın doğasından uzaklaşmış, anlam ararken anlamı yitirmiş, dünyaya ve kendine yabancı, yaşarken ölmüş günümüz insanının grotesk birer anlatıcısı.
Yakın çekim yok denecek kadar az. Çekim özellikleri yönetmenin Edward Hooper’ ın gerçekçi tablolarından etkilendiği şeklinde yorumlanıyor. Kendisi de modern resmin vahşi hicivcisi olarak nam salmış Alman ressam Otto Dix’ten çok etkilendiğini saklamıyor. Karakterlerin eyleme geçemeyen, çatışmalarını dahi durağan ifade eden çağımız insanına ait figürler oluşunu da yine tablolardan esinle, uzun plan sekans ve geniş alan derinliği ile sergiliyor.
Anlatısının resimlerle ortaklığı bizi sinemanın devinim ve hikâye peşindeki anlatımının çok dışında bir yere sürüklüyor. Eh iş böyle olunca alıştığımız hikâye yapısındaki çatışma ve ardından çözüm arayışının yalnızca bizim beklentimiz olduğuyla da yüzleşiyoruz. Tabiri caizse sinema salonundaki yer göstericinin alışkın olduğumuz parlak yolu, soluk ve soğuk İskandinav ışığına dönüşüyor ve bizi absürdün koltuğuna oturtuveriyor.
Roy Andersson’un estetik algısı ile de derdi yok. Gösterdiklerini, günün en güzel ışığını bekleyen bir fotoğrafçıdan ziyade oldukları gibi ( belki biraz haşin bile denebilir) önümüze seriyor. Sanki sinemada Nietzsche’nin amuda kalkan dansçısı! Pek çokları gibi kişisel hikayesinin ürettiklerinde payı olmuş. Göteborg’da işçi bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. İlk filmlerini çektiği sıralarda, işçi sınıfının gerçekliği çok sevdiğini, soyutlamanın burjuvalara göre olduğunu ifade etmiş. Uzun metraj filmlerinin ilki ses getirse de ikincisi beklenen gişe başarısını elde edemeyince reklam filmleri çekmeye koyulmuş. Eh, filmdeki emlakçı karaktere söylettiği gibi; film yapanlar da yaşamak zorundadır, öyle değil mi?
Yine de çektiği yüzlerce reklam filmi dahi şimdiki özgün dilinin habercisi. 25 yıl sonra bu dili sinemada tekrar kullanmaya soyunduğunda ise bu kez soyutlamalara izin veren bir gerçekçiliği seçiyor. Gerçeğin en saf halini gösterebilmek adına grotesk kıyafetler giydirdiği görüntüleriyle, absürdün peşinde, trajikomik insanlık hallerini anlatan bir evren kuruyor.
World Of Glory, Türkçedeki adıyla Muhteşem Dünya, daha ilk sahneden ne menem bir evrene düştüğümüzün çarpıcı ilk mesajı ile açılıyor. Çırılçıplak, bir kamyon kasasına tıkıştırılmış insanlar, binmemekte direnen çığlık çığlığa bir çocuk, onu zorlayıp kapıyı üzerine kapatan adam, modern dünyanın bürokrasi temsili kıyafetleri ve donuk yüzleri ile olan biteni izleyenler… Sırtı bize dönük izleyicilerden biri; ana karakter bir ara dönüp bize bakıyor. Hep birlikte kamyonun egzoz dumanının içeri verilip az uzakta turlamaya gönderilişini seyre devam ediyoruz. Çok uzağa gitmiyor kamyon, hemen oralarda, yakınımızda turluyor. Bakmaktan vazgeçenler, çıplakların arkalarında bıraktıkları kıyafetlerini almaya üşüşüyorlar…
Başlangıçta sanki filmin dışındaki bir evrendeyiz ama ana karakterin arkasına dönüp bakışıyla biz de o evrene giriyor, daha doğrusu aynı evrende olduğumuzu anımsıyoruz. Karakter bakışlarıyla şunu soruyor gibi: İzliyorsunuz değil mi? Ben gibi siz de görüyorsunuz değil mi? Olan biten ve sahnelenen o kadar aşikar ki İsveçliler, 2. Dünya Savaşı’nda Holocoust’a karşı yeterince etkili olamadıklarına dair kendi içlerinde tartışa dursunlar, bu sahnenin insanlığın yaptığı gelmiş geçmiş tüm kıyımları temsil ettiğini de söyleyebiliriz.
Sonra öyle aniden, hiçbir şey olmamış gibi, oyuncu bizi kendi dünyasıyla tanıştırmaya başlıyor ki hep birlikte izlediğimiz kötülüğün ağırlığından kurtulup bir oh çekiyoruz. Kötülük Arendt’in dediği gibi sıradanlaşıyor. Gerçek hayatta da öyle olmuyor mu?
Bundan sonra yönetmen, başkarakterin yakından uzağa ilişkilerini, uğradığı mekânsal ve zamansal dayatmaları, çağımız insanının hatalarla dolu yaşam tarzını, absürdün içindeki gizli mizah ile bir bir gözlerimizin önüne seriyor.
Orta yaşlı adam önce hastane odasında yatan annesine robotik bir sesle onu sevdiğini haykırıyor. Ses tonu, şu çok bilinen “insanların kalpleri birbirinden uzaklaştıkça sesleri yükselir” diyen Hint bilgesinin sözlerini anımsatıyor. Diğer yandan arka plandakilerin ancak bu yüksek volümle dikkat kesilmelerine bakılırsa, “anneler sevilir, ben de annemi severim” personasının gösterisine bir gönderme olması da muhtemel. Çünkü anne yanıt olarak elini uzattığında karakter bu temas arayışını geçiştiriyor. Sevgi sözcüklerinin altındaki boşluğu böylece fark ediyoruz.
Babasının mezarı başında da aile adı altında yarattıkları küçük dünyadaki beklenen sonun ruhsuz bir kabullenişine tanık oluyoruz. Babasına da söyleyecekleri var ama bu asla ona olan özlemi değil. Ona takdirlerini sunuyor çünkü dayatıldığı üzere, yaşarken tüm görevlerini başarıyla yapmış, ailesine bir mezarlık yeri satın almak da dahil! Mezarlıktaki sessizlik, herkesin elindeki beyaz kağıtlar mekândaki dolayısıyla ölümdeki eşitliğin simgesi gibi. Ama bu eşitlik yumuşak, handiyse oraya çok yakışacak beyaz mendillerle değil de beyaz kağıtlarla gösterilmiş: sert, buruşuk, yazısız…
Karakterin ana özelliği devinimsizliği. Buna en iyi eşlikçi de filmin akışındaki durağanlık. Banyo sahnesinde özellikle suyun akmayışı, duş yerine küvet seçilmesi bunu düşündürüyor. Karakter bize emlakçı olduğunu söylerken sanki özür diler gibi “onların da yaşamaya ihtiyacı var” diyor; diğer bir deyişle “ para kazanmak için yapıyorum bu işi.” Genç bir çifte ev gösterdiği sahnedeyse yaptığı işe ait toplumsal cephedeki sorunu kendinden uzaklaştırıyor; işine de nasıl yabancılaştığını anlıyoruz, sistem bu diyor, ne kadar para o kadar güzel ev! Ama ben modern insan bundan sorumlu değilim…
Paraya değinmeden anlatılamayacak günümüz hayatlarının ikinci basamağı, sahip olduğu olmazsa olmaz ana mekân; kendi evi. Yatağın neresinde yattığına, yemeği nerede yediğine dek belirlenmiş, ancak yemeğe misafirleri olduğunda rutinden çıkabilecekleri ama bunun da kendi içinde bir rutin oluşturduğu yemek salonları ve tabii ki televizyonları var. Yalnızca onlar için anlam ifade edebilecek, onlara ait anısı olabilecek hiçbir eşya yok gösterilen karede.
Memnun olduğu bir arabası da var. Öyle ya bir ev ve araba şarttır modern insana.
Kardeşini tanıttığı sahnede sanki onu bir fotoğraf karesinden çekip çıkarır gibi yanına alıyor, ama çalışma saati gelince sözde dert ortağı kardeşini onun güzel sözlerine tepkisiz işine dönmek üzere sessiz bir telaş içinde görüyoruz. Aralarındaki ilişkiden çok bir ilinti.
Sonra çember biraz daha genişliyor. Eylemsizliğinin bir sonraki anlatımı ona borcu olduğu halde ödemeyen adamdan parasını geri isteyememesi. Yakınabiliyor ama eyleme geçmiyor; ne tanıdık değil mi? Onun yerine günümüz insanın olmazsa olmazlarından ısmarlama bir sohbet arkadaşıyla; berberiyle konuşuyor. Aralarında suya sabuna dokunmayan, klişe ama güvenli bir diyalog geçiyor.
Oğlunu (alınyazısı gibi olsun dercesine) ülkesinin dünya markası Volvo’yu alnına dövme yaptırırken tanıtıyor. Mizansen ve oğlunun yetenekli oluşunu haykırışı, yeteneğin günümüz ebeveynlerinin elinde nasıl bir cezaya dönüştüğünü gösteriyor. Dışarıdaki sırada başkaları var; belki onlar da yetenekli (!) çocuklarına ulusal sorumluluklar yükleyip canları acısa dahi marka olmalarını bekleyenler…
Sonunda sıra tüm yaşamsal sıkışmışlıklarına karşı denediği avuntulara geliyor. Alkol aldığını varsaydığımız bir sahnede kör olduğunu sanıp terörize oluyor. Sanatın bunca zamandır insanın “bakıp da görmedikleri, göremedikleri ve hatta görmemeyi seçtikleri” içerikli yüzlerce anlatısı için “körlük” metaforunu seçmesi çok bilinen bir yöntem. Yine de yönetmenin bu sahnedeki absürt ötesi mizanseniyle bu tekrarı aşıyor.
Ardından bir ayakkabı alışveriş sahnesi geliyor. Kocaman pencerelerden ilk sahnedeki kamyon görünüyor. Üzerinde o yaşantıların egzoz dumanı isi, kirli, öylece park etmiş. Kahramanımız ise bu kez ona sırtını dönmüş. Alışveriş ile mi avunuyor?
Tüm zamanların en iddialı avuntusu geliyor. Kahramanımız kilisede: Belli ki avutulmaya çok susamış; yalnızca bir yudum alması öngörülen İsa’nın kanının temsilinden kana kana içmek istiyor. Ne yazık ki burada da kurallar var. Kuralın doğası gereği susuzluğunun derecesinin önemsiz olduğunu, kural koyucunun akla büründürdüğü o yudumda kalması gerektiğini gülümseyerek anlıyoruz. Üstelik kuralı koyan seni yola getirmekte zorlanırsa yardımcıları olan yancıları var, hemen koşup geliyorlar… Her karakterin olan bitene kendince yabancılaştığı bir komedi izliyoruz…
Son sahnede yönetmenin günlük hayatın karmaşası içinde (karakter dahil hepimizin) unutmamızı maharetle sağladığı çocuk çığlığı, toplumsal yaşantıların hafızalarımızdaki kalıcı etkisini vurgular gibi karanlığın, sessizliğin en derin yerinde; gecelerde yine duyuluyor. Karısı ise uslu durması için uyarıda bulunan aklıselim bir anne; otorite gibi onu uyarıyor ”Hadi yat uyu!” Sistemin bir diğer silahı olan zamanı aksatmaması gerektiğini ona anımsatıyor.
İşte sinema salonunda kulaklarımızı tıkadığımız tarihsel çığlıklar bir yandan, onlara rağmen yarattığımız kişisel tarihimizin anlamsızlığıyla yüzleşmek diğer yandan, patlamış mısırlar boğazımıza diziliyor…
Sonra ne mi yapıyoruz? Tabii ki eve doğru yürürken neşeli bir avuntu buluyoruz. Akşam uyumaya çalışıyoruz. Ne de olsa yarın muhteşem dünyamızın bir başka günü, işimiz gücümüz var… Ama eğer izin vermeyi başarabilirsek Dher iyi film gibi Muhteşem Dünya da bizimle kalıyor…
Çok güzel bir yazı. Ellerinize sağlık.