Postmodern bir anlatı: gibi

                                                                                   “Vatkalı ceket, bir sosyal intihardır.”

 Şey. Eşyanın tekili. Nesneyi tümüyle kuşatmayan, kenarında, hududunda dolaşan sıkılgan kelime. Öte yandan, tamı tamına söylenemeyen bir şeyin -burada da öyle- dinleyici algısında benzer bir etki yaratmasını sağlayan, dilin küçük sihri. Edatlar gibi. Edatların da kendi başlarına anlamı yok zira. Diğerleriyle bir araya geldiğinde, başka deyişle cümle içinde anlam kazanıyor edat.

 Küçük “şeyleri” konu ediniyor gibi. Dizinin adı keza, bir edat. Bütünün değil, parçanın dünyası. Vatka, badana, bej, bunların yalnızca bir kısmı. Küçük şeylerin sosyolojisini yapıyor, büyük anlatıyı yıkıyor gibi. Geniş, dört başı mamur meseleler yok ya da tam tersi, bu türden meseleler absürt, en basit hallerde ele alınıyor. İlkkan’ın, annesiyle ilgili gerçeği öğrendiğinde örneğin, biyolojik yaşının otuz dokuz olmasına dair diyalog, trajedinin önüne geçiyor. Absürtlük uzadıkça normalleşiyor ve gerçeğin yerini alıyor.  

 İyi ile kötünün birbirinden keskin çizgilerle ayrıldığı, köşeli sözlerin ve abartılı mimiklerin geçer akçe olduğu ana akım televizyon dizilerine karşın, minimalliği merkeze alıyor gibi. Belki de daha doğru ifadeyle, merkezsizleşiyor. Bölümlerin olay örgüsüyle değil, epizodik ilerleyişi bundan.

 Kavramsal olarak ifade edersek izleyiciyi, “vuja de” konumuna geçiriyor gibi. “Deja vu”nun yani daha önce hiç karşılaşmadığımız bir durumu, sanki yaşamışız hissi duymanın tam tersi olan vuja de, defaatle yüzleştiğimiz durumlara, mekânlara ve nesnelere sanki ilk defa karşılaşıyormuşçasına keşfedici (çocuk bakışı) bakmak! Sahi, ibanı fotoğraf olarak atmanın yarattığı sıkıntıyı hangimiz yaşamamıştır?

 Postmodern anlatı, dizgeyi bozan, yapıları yerinden oynatan, kesinliğin ve belirlenimin yerine belirsizliği, fluluğu geçiren bir form. İlgisiz gibi gözüken kelimeleri, sesleri, beş benzemezleri bir araya getiren postişli yapı. Başka bir ifadeyle, anlamın statik, sabit, değişmez olduğu değil; kullanıma bağlı olduğu… Bunu, konunun özünden sapmadan birkaç cümleyle açalım: Modernist bakış, yaşamı sarsılmaz kaideler üzerine kurdu. Böylesi bir dünyada, banka şubesine girseydiniz; banka müdürünün, gişe personelinin, pazarlama görevlisinin birbirinden -uzlaşmaz ölçüde- ayrışan görev tanımları olduğunu görürdünüz. Oysa günümüzde diğer ifadeyle postmodern zamanlarda, aynı banka şubesinde -neredeyse – herkes birbirinin görev alanına girmekte, herkes benzer şeyleri yapabilmekte. Kültürler arası etkileşim ve benzeşim, bunun diğer kanıtı.  Amerika’nın güneyinden atılan bir tweetin, Asya’nın kuzeyini etkilediği bir ruh, postmodern ruh… Bu dalgalanmanın popüler söylemi ise, kelebek etkisi. Tam da bunu görüyoruz dizide. Çay bardağı altlığının masaya düşmesinin (minör etki) yaşamda yarattığı majör etkiyi, kokoreç dükkanındaki yazım yanlışı ile geçilen dalganın, mafyatik ve içinden çıkılmaz hale gelmesini…

 Parantez açılması gereken diğer konu, zihin dünyasına “ötekileştirme” olarak giren meselenin, çıplak beden üzerinden ele alınması. Dizinin ilk sezonunda Abidin Dayı, Güzel Sanatlar’da okuyan öğrencilere nü model olur. Yakın ve uzak akrabaları, Abidin Dayı üzerinde Şerif Mardin’in tabiriyle “mahalle baskısı” oluşturarak onu vazgeçirmeye çalışırlar. Bu eylemlerinde açığa çıkan duygu, öfke ve şiddet; yöntem ise tehdittir.

 İkinci sezonda ise aynı öfke, Vücutçu Yalvaç’a yönelecektir. Öfkenin diğer adı, Nietzsche’nin “ressentiment” dediği hınç duygulanımıdır. Deneyimi yaşayamayanların, yaşayanlara duyduğu öfke. Ne var ki Vücutçu Yalvaç bölümünde, farklı bir sonla karşılaşırız. Yalvaç’ın çıplak bedenine duyulan kıskançlıkla karışık öfke, vücutçunun kalabalığa, kendisi gibi vücuda sahip olabileceklerini söylemesi üzerine diner. Zira hınç, ancak aynı deneyime ulaşmakla sönecektir. Arzunun bu denli merkezileştiği post modern çağda, -tepkisel olarak- karşılaşılabilecek yegâne duygu olan ressentiment, dizinin temalarından biri halindedir özetle.

 Aziz Kedi ve Feyyaz Yiğit’in kaleme aldığı dizi, büyük anlatıyı yıkmaya, bakışımızı nesnelere ve detaylara çevirmeye, trajedi ile komedi arasındaki hatları gevşetmeye devam edecek gibi görünüyor. Ama yalnızca görünüyor. Zira gibi evreninde hiçbir şeyden emin olamayız!

Yorum bırakın