Mükemmel Günler

“Bir dahaki sefer, bir dahaki seferdir. Şimdi, şimdidir.”

 1970’lerin Yeni Alman Sineması’nın öncülerinden ve aynı zamanda çağdaş sinemanın en özgün temsilcilerinden biri olan Wim Wenders’in son filmi Perfect Days (Mükemmel Günler), zen duruşu ile bu senenin çok konuşulan ve daha ilk sahneden izleyicisini sarıp sarmalayan filmlerinden biri. Oscar Töreni’nden eli boş dönse de filmin başrol oyuncusu Kôji Yakusho, Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kaptı. Wenders ve filmin senaryosunu birlikte kaleme aldığı Takuma Takasaki’nin beraber oluşturdukları dil, filmde yin yang etkisi yaratmış gibi duruyor. Wenders’in derindeki duyguları irdeleyen düşünceli hali de Takasaki’nin meditatif ve dingin felsefesiyle birleşince ortaya gündelik rutinlerin sade güzelliği çıkıyor. Film boyunca Yasujirō Ozu’yu da düşünmemek elde değil. Hatta bazı anlar bana, başroldeki Hirayama karakterinin adının bile Ozu’nun meşhur filmi Tokyo Story’den esinlenilmiş olması ihtimalini düşündürttü. Ve Japon kültürünü her zaman oldukça ilgi çekici bulan biri olarak Perfect Days filminin Ozu’ya bir saygı duruşu niteliğinde olması benim de bu filme bakışımı bir tık daha derinleştirdi. İkilinin mutlaka bir yerlerden esinlendiği kesin ancak filmin gerçek bir hikâye olup olmaması konusunda net bir bilgi yok. Kurgu olsa da ben genelde filmin bende bıraktığı duyguya bakıyorum. Bu filmde de geriye hem çok gerçek hem de sessiz bir yoğunluk kalıyor. Ayrıca Hirayama’ya katılıyorum, susarak da çok şey anlatabilir insan. Ben de kelimelerin daha çok kitaplara, bazen de şarkılara, şiirlere yakıştığını düşünüyorum.

Ve şimdi sessizce spoiler köşeme geçiyorum.

 Hirayama küçük dairesinde her sabah aynı saatte uyanıyor, güne hazırlanıyor. Bitkilerini buduyor ve onları da kendisi gibi her yeni güne özenle hazırlıyor. Her gün, son derece içten bir gülümsemeyle dışarı çıkar çıkmaz gökyüzüne bakıp aynı makineden kahvesini alıyor ve yola koyuluyor. Tokyo çevresindeki umumi tuvaletleri temizlemeye giderken, yolda kendisine geniş kaset koleksiyonundan Lou Reed, Patti Smith, The Animals eşlik ediyor. Hirayama’nın dünyadaki yolculuğunu anlamamızda müzik seçimi baya önemli bir yere sahip. Tıpkı Murakami romanlarında olduğu gibi. 60’lı ve 70’li yılların Amerikan ve İngiliz Rock’ını ve aynı dönemin Japon Folk’unu dinliyor. Şarkı seçimleri, özellikle filme adını veren Lou Reed parçası ve Nina Simone’un Feeling Good adlı şarkısı, Hirayama’nın hayat felsefesi ile uyum içinde. Bu huzur ve dinginlik hali bir filmin ana karakterinde nadir görülen bir şeydir. Sinema, çatışma ve uyumsuzluktan beslenir, özellikle de dram türündeki eserlerde. Yine de biz filmin büyük bir bölümünde, sadece ama sadece günlük hayatın ihtişamlı sadeliğinden, doğadan, ışıktan, gölgelerden, müzikten ve başrolün sonsuz naifliğinden besleniyoruz. Hirayama’nın rutini günden güne nadiren değişiyor ve hayatının bu kadar basit bir şekilde devam etmesinden mutlu, hatta neredeyse meditatif görünüyor. Hemen hemen her karede hayatın ona getirdiği iyi-kötü sürprizler karşısında kendi düzeni bozulsa bile akışına bıraktığına ve her zaman elinden geldiğince insanlara yardım etmekle yetindiğine şahit oluyoruz. Aynı bahçede her öğlen sandviçini yedikten sonra, oradaki ağacın gölgesini fotoğraflamak için analog bir kamera kullanıyor. Müziği nasıl Spotify’dan dinlemiyorsa, fotoğrafları da dijital makinelerle ya da akıllı telefonlar yardımıyla çekmiyor. Eskide kalmayı tercih etmesi, çağımızda değerini yitirmeye başlayan her şeye zarifçe bir meydan okuma. Geceleri uyumadan önce Faulkner, Aya Kōda ve Highsmith okuması da beni etkileyen başka bir detay. Bu dönemde az bulunan ve Hirayama’yı çağ dışı gösteren tüm özellikler, onu özgün yapıyor ve böylelikle sinema dünyasında hayran kaldığım karakterler listesindeki yerini alıyor. Liste belki de yirmi senedir benimle, içinde şimdilik toplam dokuz karakter var. Artık siz düşünün Hirayama’nın bendeki yerini. J Şintoizm inancının da başrolün tüm canlılara bu kadar zarif yaklaşmasında önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Wenders, bu detayı da abartısız bir şekilde izleyiciyle buluşturmayı başarıyor.

 Filmin ilk yarısını neredeyse diyalogsuz ve sadece müzikle tamamladıktan sonra, Hirayama’nın sesini ilk kez yeğeni Niko ile karşılaştığında duyuyoruz. Niko ile paylaştığı anların her ikisi için de ne kadar değerli olduğunu diyalog kurmadıklarında da hissediyoruz. Niko’nun erkenden uyanıp, dayısının gününe dahil olduğunu görüyoruz. Beraber kasetten müzik dinlemeleri, bisiklete binerken şarkı söylemeleri, derin sohbetleri her ikisi için iz bırakırken; biz izleyici için de derin izler bırakıyor. İçinde bulunduğumuz çağı, doğayı, anları sorgulatıyor. Hirayama’nın kız kardeşi, yani Niko’nun annesi gelip Niko’yu götürdüğü gece de filmde üçüncü bölüm başlıyor. Hirayama’nın ilk defa ağladığını görüyoruz. Yüzleşmek istemediği bir geçmişi ve bastırdığı duygularıyla ertesi sabah da uykusuz ve ilk defa mutsuz uyandığına tanık oluyoruz. Perfect Days, müdavimi olduğu restorandaki kadının eski eşiyle yaptığı konuşmada da Hirayama’nın aslında içinde sakladığı ne çok duygu olduğunu, hayatın esasında bize “mükemmel” görünmesi için “mükemmel” olmak zorunda olmadığını incelikle vurguluyor. Her şey neresinden ve nasıl baktığımızla alakalı. Hirayama, bu bilgeliğe ulaşmış olsa da arada tabii ki zorlanıyor. Sadece Niko’yla kurduğu bağ, son derece soyut aforizmalar içeriyor ama geçmiş, şimdiki zaman ya da gelecek gibi ayrıntılara dair hiçbir soru sormuyor. Kız kardeşinden büyük ölçüde, babasından ise tamamen uzaklaşmış durumda ve üstelik bu durum Wenders tarafından muğlak bırakılmış. Ayrıca Hirayama’nın hiçbir arkadaşı yok gibi görünüyor; romantik bir ilişki içinde olup olmadığı ise hiç belirtilmiyor. Tüm bu meraksızlık tabii ki Wenders’e ait. Bazı önemli detayları seve seve havada bırakıyor ve merak duygusunu izleyicisine hediye ediyor. Tüm eksik bilgimize rağmen Hirayama’nın hayata karşı tutumunun merkezinde, Japoncada rüzgârda sallanan yaprakların yarattığı ışık ve gölge parıltısı anlamına gelen “komorebi”, yani bir kez ve sadece o anda var olan bir şey var. O da ışık ve gölgeyi aynı zarafetle kucaklamayı başarırken her şeyin ve her anın içindeki benzersizliği görüyor. Perfect Days’de Hirayama’nın gününün her yönünü takdir etmesi gibi, Wenders de bu basit zevkleri en az yıldızı kadar takdir ediyor gibi…

 Ben de tıpkı para bulamadığı için Hirayama’nın değerli kasetlerini ikinci el dükkanında satmak isteyen Takashi’nin kız arkadaşı Aya’nın, Patti Smith’in sesinden etkilenmesi gibi etkilendim Perfect Days’in her karesinden. Ve Lou Reed’in Perfect Day isimli şarkısında bir dizede söylediği gibi: “Seninle geçirdiğim için mutluyum.” Film boyunca bana eşlik eden Hirayama için bu sözler. Son olarak; bu mükemmel film için “Şimdi, şimdidir” deyip Niko’nun dayısına veda ederken sarıldığı gibi ben de sana sımsıkı sarılıyorum Sevgili Wim Wenders. Arigatoo!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum bırakın