Nihilist Devrimci

 “Hayatta öyle seçimler yap ki; kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin.” demişsin büyük komutan; o zamanlar hayat böyle seçimler yapmaya gerçekten değer bir yer miydi? Kazanılanlar-kaybedilenler dengesinde seçimlerin ne anlamı olduğunu sorgulamaya bile tenezzül etmediğimiz bomboş hayatlar sürüyoruz şimdilerde. Anlayacağın o ki vaziyet hiç de öyle iç açıcı değil…

 İnsancık sürüleri halinde, seçme şansımızın olmadığı bir hayatın yollarına salınıyoruz gün be gün, tıpkı sokaklara başı boş bırakılmış savunmasız yavru köpekler gibi. Eğer cesurca soluğunu tutmuş, anasının rahminden kordon bağına tutunarak pervasızca bir dalış yaptıysak ezelden bu yaşama, seçtiğimizin broşüründen çok farklı durduğu kesin. Özgür irademizle seçmediğimiz bu hayatın ve seçimlerinin bu durumda artık bir değeri kaldı mı ki? İşte bunu bile sorgulamayacak kadar büyüyemeyen insancık sabileri olarak etrafa sürekli saçılıp durmaktan başka bir meziyetimiz kalmadı bizim; peki sen bunu hiç tahmin edebilir miydin?

 Yoksa kara cahilliğimizin bedelini mi ödüyoruz? Göbek bağımız kesildiğinden beri yapayalnız, sürüler halinde güdülen biz, -insan oğlu ve kızları- cafcaflı ambalajıyla hayat diye bize sunulan bir resmin içinde süs köpekleri kadar hayat sevici, o iyimserler olarak başladığımız bu yarışın hep çıkmaz sokaklara çark edeceğinden eninde sonunda o sokaklara terkedilecek köpekçikler gibi bihaber, boşuna debelenip duruyor muyuz? Ve ne kadar da benzer olduğumuzu hiç fark etmeden ve aynı döngünün içinde önümüze fırlatılmış hep o yaşam artıklarını küçücük heveslerle toplayıp hayat da bize ne sunuyorsa onların arasından seçim yaptığımızı sanırken aslında bizim de seçilmeye hiç değer görülmediğimiz o hep bir acelesi olan hayatın sokak aralarını arşınlayıp bu yaşamı oburca tüketiyoruz. Tükeniyoruz.

 Yol sakinleri ayrıcalıklı; sokak başları tutulmuş, ıssız bir yolda sadece bir alfa köpeği çıkışı kadar mıdır bu hayata meydan okuyan en büyük insanın yükselişi? Bu hayvancıklarla şehre dolduğumuzdan beri, topyekün grilere mahkum edildik. Ve sanki geriye kalan tüm yeryüzü yaşamdan aforoz edilmiş atıl seyretmelik alanlar olarak ve artık onlar da yalnız kaldılar. Yalnız bir yeryüzüne sıkıştırılmış yalnız insan yığınları halinde, ya kendi barınaklarımıza sığınıyoruz ya da global kültür emperyalizmi ile zehirleniyoruz; biliyor musun, zehirliyorlar bizi adına kültür dedikleri küresel zırvalıklarla ve hatta o şehrin sokaklarında sahipsiz bir köpek gibi aç ve soğuktan ölebiliyoruz bile?

 Anlayacağın bu dayatılan düzenin sözüm ona gönüllüleri olarak sadece doğasına aykırı yaşayan yapayalnız köpek sürüleri gibiyiz. Çemberin dışına çıkabilen var mı; cesareti olan, -arada yüksek sesle havlayan olursa da- bu düzen onlara bir pergel atınca, herkes koca bir küre içinde kapana kısıldığını eninde sonunda anlıyor her defasında? Sokaklara salınmış uyuşuk köpek sürüleri… Ve çoban köpekleri başımızda, aramıza kemik atılınca da bozulan bayat kokulu bir samimiyet olduğunu anlıyoruz bizi sadece bize bağlayanın. Aynı senin de dediğin gibi, neticede: “Köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atılıncaya kadardır.”

 Ama sonra, belki de diyorsun: “Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi!” sözüne tutunabilir insan. Ne kadar da ilham verici bir yaşam felsefesi öne sürdüğün. Ama sonra bir bakmışsın ki bizler, bir “Gezi” yürüyüşünden ötesine bile gidememişiz. Patilerimiz o kadar ufacık kaldı ki bu şehrin sokaklarında, ancak bir ileri iki geri gidip gelebilir bir haldeyiz şimdi. 

“Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir…” demişsin; bu günlerde o kadar iddialı ki bu söylediğin, hadi bari o kadar bir katkımız olsun sistemin ısırdıklarına, -biz de devrim yapalım senyorita- ayağına ama sahip çıkmaya çalışırken o bıçkınlara, arkadan birileri niye hep kuyruğumuzdan çekiyor? Gerçi tüyoyu vermişsin: “Tanrı beni dostlarımdan korusun. Düşmanlarımı kendi başıma yenebilirim…” Ha bak! Onu hepimiz çok sonraları öğrendik ama hayatın da artık ne bir kazananı kaldı, ne de yenileni ve ne yazık ki sürüler halinde insanlığımızı kaybettik biz.

 “Bir şeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız.” da şimdilerde biri veya bir şey için “Seni çok seviyorum” demek öylesine yavan bir mama gibi önümüzde ki ve kimselerin ruhunu beslemeye yetmeyen… Üstelik ne yeteri kadar söyleyebiliyoruz ne de duyabiliyor. Bırak sevgiyi biz artık sadece “Sevgi nedir?” diye soruyoruz birbirimize ve verilen cevaplara da hiçbirimiz inanmıyoruz. Üstelik senin “şey” dediğin de, tüm değerlerden yoksun sadece maddesel metalardan başka bir şey değil. Artık tek bir sloganımız var: “Yaşasın meta fetişizmi!”

 “Peşinden gidecek cesaretin varsa, bütün hayaller gerçek olabilir…” mi gerçekten Che? Bizlerin artık o kadar ufak hayalleri kaldı ki geriye, topluca düşler patikasında yürüyemeyeceksek eğer, bu hayaller ne işe yarar bir söyler misin?

“Sevgili dediğin güzelliğiyle seni kendine aşık eden değil, sana kendin olabilme şansını verendir…” Ah ne kadar da güzel bir söylem bu romantik devrimci ama maalesef biz hala hep bir “Ben” olmadan öteye bir paticik mesafesi kadar bile gidemedik. Kendimizi hep o izbe sokak aralarında kaybettik. “Ben kimim?” Ve artık bunu bize kim söyleyebilir? Kendi olabilme cesaretini göstereni de yakalayıp zincire vuran bir düzenin ola ki elinden kaçsan bile, şimdi dışarılarda hep daha aç kurtlar pusuda bekliyorlar. Sevgiler de hep bu kayboluş sokaklarında; karanlıkta en kuytu köşelere gizlenmişçesine ve artık kimse kimseleri görmeyi dahi beceremiyor. Üstelik bir güzelliğimiz de kalmadı. Çirkin, ürkütücü gölgeler şeklinde siluetlerimiz.

 “Kaybetmekten korkma; bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin.” Vazgeçmesen de eninde sonunda bu hayat, hep ağır kayıplar veren, hep yalnız yürünen bir umutsuz seçimler silsilesi midir sevgili Ernesto? Bari gitmeden buna bir cevap verseydin. Öylesine çaresiz başıboş köpek sürüleri gibi kaldık ki biz sen gittikten sonra… Ne kazanılacak ne kaybedilecek bir şey kaldı geriye. Bir anlam ve değerden yoksun, tatsız tuzsuz bir yaşam önümüze konan. “Hey hayat! Müsait bir yere çek lütfen, inecek var!” demek istesek de bazen, bakıyoruz da bu çıkmaz hayat sokağının ötesi de bilinmez koca bir boşluk. Ve biz aslında köpek gibi korkuyoruz…

 Köpeklerle hiçbir derdimiz yok ama, bunu bil! Bizler tek bir köpekçik uğruna, sıra sıra dizilip patileri önünde kurban edilse mesela, en azından insanoğlu için geriye anlamlı bir hatıra bile kalabilir. Sonuçta onlar doğaya da bizden hep çok daha saygılılar…

 Huzursuz öldürdüler seni. Yarım kalan işlerin vardı ama artık ışıklar içinde sen de huzur bulmalısın. İçin rahat olsun devrimci. Bak! Biz zaten her şekilde mışıl mışıl uyuyoruz… Ruhun şad olsun yoldaş! Deniz’e de bizden çok sevgiler…

Yorum bırakın