Fenerbahçe Arap Sermayesi mi Olacak veya Saflığın Yitirilişi

                                                                                                                                                  “Fenerbahçe halktır, halkın takımıdır!”

 Az sonra okuyacaklarınız, abartılı bir düş dünyasının izdüşümleri gibi görünebilir. Komplo teorileriyle maruf ülkenin, binlerce hezeyanından biri olarak da algılanabilir. Ne var ki komplo teorisini aşan ve asla tesadüf olarak nitelendirilemeyecek bir teoriye dayanarak yazıyorum yazacaklarımı, elbette -bir de- tribün deneyimlerime, bizzat gözlemlediklerime…

 Şöyle de olabilirdi makalenin başlığı, “Son Kale, Son Seçimini mi Yapıyor?” Zira, 3 Temmuz 2011’de, Fethullah Gülen Terör Örgütü’nün, Galatasaray’da bulduğu nüfuzu Fenerbahçe’de edinememesi, -Gülen’in kendi ifadeleriyle- Fenerbahçe’yi sert, girilemez bir yapı olarak tariflemesi, akabinde de FETÖ’cü savcılar eliyle şike operasyonunun başlaması, malum sürecin ilk aşamalarıydı.

 Sonrasını biliyorsunuz! Sayısı 500 bini aşan taraftar, Bağdat Caddesi’nde yürüyüşe geçmiş, köprü çıkışına kadar gelmiş ve Gezi Olayları’ndan yaklaşık iki yıl önce, bu kalabalık kitle biber gazı ile tanışmıştı. Sadede gelerek söylersek Fenerbahçe, başkanından, taraftarına direnmiş ve kirli örgüte geçit vermemişti. İşte bunun üzerine, Ergenekon ve Balyoz Davaları’nda yargılanan, başta İlker Başbuğ olmak üzere pek çok paşa ve cumhuriyetçi aydın, Fenerbahçe’yi “sarı lacivert duvar ve yıkılmayan son kale” olarak tanımlamıştı.

 2020’de aramızdan ayrılan değerli gazeteci Bekir Coşkun, olayların üzerinden yaklaşık altı ay geçtikten sonra, Cumhuriyet Gazetesi‘nde “Sarı Lacivert…” (18 Şubat 2012 Cumartesi) başlıklı yazısında şöyle yazacaktı:

…Ama Fenerbahçe taraftarları başkanlarını yalnız bırakmadılar…

Hiçbir sivil toplum örgütünün yapamadığını yapıp, sivil inisiyatifin demokratik baskı hakkını kullanıp, binlercesi toplandı oraya…

Yıllarca, “Bu futbol spor değil” diye yazı yazmış, futbolu sevenlerin diğer ulusal meselelere ilgi duymayışına kızmış birisi olarak…

Özür dilerim…

*

Sürü olan bizmişiz…

Ne rektörler, dekanlar, hocalar, günahsız akademisyenler götürüldüğünde üniversitelerin sesi çıktı…

Ne parasız eğitim isteyen ya da duvara yazı yazan öğrencileri içeri kapattıklarında gençlik umursadı…

Ne gazeteciler yıllardır hücrelerde çürüdüğünde medyanın ve medya örgütlerinin yeterince kılı kıpırdadı…

Ne hukuk bittiğinde hukuk adamları, ne bilimsel özgürlük tükendiğinde bilim adamları, ne sendikalar çökertildiğinde işçiler, ne Türkiye satıldığında sermaye, ne aç kaldığında yoksul böyle bir tepki gösterebildi…

Fenerbahçeli yaptı bunu…

 Simon Kuper’in “Futbol asla sadece futbol değildir.” tespitini, fazlasıyla doğrulayacak şekildeydi olup bitenler. Peki Fenerbahçeliyi -belki de o güne kadar apolitik olarak yaşamını sürdürmüş onca insanı- böylesi tetikleyen; direnmeye, hatta büyük ölçüde siyasallaşmaya iten dürtü neydi? Cevap sanırım, insan denen türün, büyük filozof Kant’ın da söylediği gibi, verili/a priori kabul edebileceğimiz temel arayışı! Yani özgürlük… Fenerbahçeli kitlenin özgürlük kavrayışının altından da -biraz eşelenirse- Atatürk/Cumhuriyet değerleri ve halkın takımı olma şiarı çıkıyordu. Fenerbahçe, halkın takımı mıydı gerçekten veya –eğer öyleyse- bunun böyle olduğunun yegâne kanıtı neydi? Bu sorunun yanıtına ise küçük bir dipnot sonrasında geçeceğim.

 Dipnot şu, Fenerbahçe kongresinin ve tribünlerinin Kemalist tabanı, 2011’den çok önce hâkim ideolojiyi, cemaatin artık güçten kibire kapılmış yapısını rahatsız ediyordu. 2007’de Fenerbahçe-Sevilla maçında, kale arkası tribünlerde açılan “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” pankartı, bir gün sonra hâkim ideolojiye yakınlığıyla bilinen Taraf Gazetesi‘nde manşet olacaktı: “Ergenekon Fenerbahçe’de!”

 Yanıta geçebiliriz artık! Fenerbahçe, -sondan söyleyeceğimizi baştan söylersek- “Eski Türkiye”nin değerlerini simgeliyordu. 1980 Darbesi’nden sonra, Özal politikaları ile iyiden iyiye liberalleşen, serbest piyasa ekonomisinin ve düzensiz iç göçün yarattığı kültürel yozlaşmanın, kimliksizliğin neticesinde Türkiye’nin, -elbette tartışılabilecek ancak su götürmez bir biçimde kentli/Kemalist- sosyolog Ferdinand Tönnies’in ifadesiyle cemaat değil, cemiyet yaşamı ters yüz olacaktı. Cumhuriyet’in erken yıllarının yarattığı, kenti kendisine değil, kendisini kente uyduran, -spesifik olarak söylersek- İstanbul’u yenmeye değil, İstanbullu olmaya gelen bir stereotipti mevzu bahis olan. Bu kitle, halktı. Bir yanıyla elitizm karşıtı bir yanıyla Cumhuriyet ideolojisinin yarattığı sosyal yaşama uyumlu. Bir yanıyla doğulu/muhafazakâr bir yanıyla seküler. Meseleyi sulandırarak söylersek zenginleri/elitleri sevmeyen, geleneğe sahip çıkan, ancak oturup rakı da içen, kadınlı erkekli meclislere de giren. Cumhuriyet ilkelerine bağlı, ancak geçmişinden de kopmamış. Kimlerdi peki, bu stereotipin sinemadaki, edebiyattaki yansımaları?

 Turist Ömer örneğin. Sokaklarda aylak aylak gezen, Fener maçında radyo başında durup dinleyen, “Bağırın ulan şampiyon Fener!” diye ortalığı inleten. Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz eserinden mülhem, Hababam Sınıfı öğrencileri, Mahmut Hoca’dan kaçıp Fener maçına giden. Cilalı İbo’yu “Yaşa Fenerbahçe!” diye kendinden geçiren. Cumhuriyet ideolojisinin yarattığı, yeni sosyal hayatla uyumlu “Eski Türkiye”nin halk tabakası buydu. Bu sosyolojik imgelemde, zenginlik üst değer olarak sunulmuyordu. Diğerkâmlık, tevazu sahibi olmak, sermaye birikiminin aksine günü düşünmek, yaşamın keyfine varabilme cesareti, avareliği… Değerler bunlardı!

 Gelgelelim, 80 sonrası neoliberal politikaların yarattığı yeni tipoloji, zenginliği ve başarıyı, -Makyavelist bir ahlakla- hangi yoldan gelecekse gelsin, nihai hedef ve iyi bir yaşamın tek şartı kabul edecekti. Bu kavrayış, “Yeni Türkiye”nin sosyolojik tabanını, psikolojik düzeyde kuracak ilke olacaktı. Liberallikle, muhafazakârlığın ilginç bir senteziydi esasında yaratılan tip!

 Bir dipnot daha! “Yeni Türkiye” ifadesi, yaklaşık yirmi yıllık AKP iktidarında sıklıkla kullanılan, ancak kaynağını CIA’in Orta Doğu ve Türkiye Şefi Graham Fuller’in 2007’de kaleme aldığı, Yeni Türkiye Cumhuriyeti eserinden türetilmiş bir kavramdır. Özünde, kemalist olmayan ve bireyselliğin değil bireyciliğin öne çıktığı bir yaşam tarzını savunur.

 Velhasıl işte bu Yeni Türkiye’nin yeni tipi, başarıyı her koşulda mübah sayan, kişisel gelişim edebiyatıyla da (!) desteklenen, “İstersen başarırsın!” söyleminin slogana dönüştüğü ve zengin olanın haklı olduğu bir kavrayışı temel alıyordu. 1980 sonrası ivmelenen, son yirmi yıllık iktidarla alevlenen inşaat ve fenomenlik ekonomisi tam da bu psikolojinin tezahürüydü. Saflık yitirilmişti artık, üreterek kazanılacağına, alın terine olan inanç da!

 Bununla birlikte, yeni ekonomi/politikte, bilhassa futbol, kitleleri bu yeni yaşam tarzına uydurmanın en kestirme yoluydu. Kitleler, pahalı transferlerle ve başarıyla büyüleniyor, yürürlükteki yaşam tarzına, siyasi yoldan olanın aksine, kolaylıkla uyum sağlıyordu. Rus milyarder Abramoviç ile başlayan, Arap şeyhlerinin astronomik meblağlarla geniş taraftar kitlelerine sahip, köklü kulüpleri satın almasıyla devam eden futbolun “özelleşmesi”, bunun doğrudan bir kanıtıydı. Futbol artık, büyük ölçüde siyasileşip spesifik alanda, para aklamanın cenneti hâline gelirken; geniş planda, halkı yeni yaşam tarzına alıştırmanın yegâne yolu olmuştu. Bir örnek: Futbol tarihinde ilk kez, Dünya Kupası ritüelleri askıya alınarak kupa, Katar’da yaz yerine Kasım-Aralık döneminde oynandı. Kestirmeden söylersek para, saflığı yendi!

 Yazıyı daha fazla tez çalışmasına çevirmeden, sadede bağlayarak şunu söyleyeyim: Ali Koç’un yeni yönetiminde en önemli taşlardan biri olarak görülen Acun Ilıcalı, -kişiliğinden ve Fenerbahçeliliğinden bağımsız olarak- bahse konu neoliberal yaşam tarzının âdeta sembolü olarak karşımıza çıkıyordu. Muhabirlik yaptığı yıllarda, işten kaytarmalarıyla meşhur ve bunu da övünme konusu hâline getiren, başarılı (!) ve zengin olması nedeniyle insanlara çalışma hayatına dair öğütler veren, yine aynı sebepten her dediği doğru kabul edilen Acun Ilıcalı. Mucizevi ve Amerikanvari bir zenginleşme hikâyesi! Muhabirlikten, medya patronluğuna! Bu neoliberal etiğin, en önemli göstergelerinden birinin, şu söylem olduğunu da unutmayalım: “Ağzı çok iyi laf yapıyor, ikna edemeyeceği kimse yok!” Olgun olmanın, aklıselim olmanın değil, az önce bahsettiğim yetkinliklerin üstün değerler kabul edildiği bir etikti bu.

 Ancak bana kalırsa daha önemlisi şu: Fenerbahçe’nin seçim sathına girdiği dönemde, tesadüf denemeyecek ölçüde peşi sıra gelen “sahiplik modeli” savunması, -fikrimce- tam da yukarıda değindiğim konularla ilintili. Ali Koç’un, kulüpler sahiplik modeline geçmeli, beyanından önce veya sonra Acun Ilıcalı ve yine 3 Temmuz sürecinde, Aziz Yıldırım tasfiye edildikten sonra, yerine iktidar eliyle getirilmeye çalışılan Hamdi Akın, benzer ifadeler kullandılar. Yine ilginç bir tesadüfle, Koç grubunun en değerli varlıklarından biri olan Yapı Kredi Bankası’nın Katarlılara satılmasının konuşulduğu günlerde…

 Özetle, Fenerbahçe camiasında, Gülen Cemaati’nin cebren yapamadığı, yeni neoliberal ahlakla yapılmaya çalışılıyor zannımca. Başarı ve zenginlik kültüyle! Yönetime giren zengin iş adamları, yıldız transferlerin göz boyayıcılığı ve türlü albenili laflar! Kulağımıza şimdiden kaçırılan kar suyunu yeniden hatırlayalım: “Fenerbahçe sahiplik modeline geçebilir!” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk dört maddesi ne ise, bu köklü kulüpler için de sahipliğin tartışmaya açılması bu olmalı. Elbette uzun vadede böyle bir ihtimal ortaya çıkarsa, taraftar yine direnir; 3 Temmuz’da yaptığını yapar, diyebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Lakin bu defa risk daha büyük, zira neoliberal kültürün başarı büyüsü ve makyavel ahlakı, her şeyi örtme gücüne sahip!

 Galatasaray’da bu yaşandı. 90’lı yılların sonunda Fatih Terim-Mehmet Ağar yakınlaşması ile başlayan, sonradan camiayı temsil eden isimlerin Gülen’in yanında toplu hâlde bulunmaları ve nihayetinde, Dursun Özbek’in bir siyasiye yanağını okşatmasına varana değin gelişen ikonik olaylar! Ancak bunlar yalnızca ikonlardı, öne çıkanlardı. Yüzeyin ardındaki, derinin altındaki daha kaotikti. Zira Galatasaray taraftarının büyük çoğunluğu, başarıyı her koşulda mübah sayan bu yeni tarza uyumlanıyor, daha doğru tabirle bundan büyüleniyor ve ses çıkarmıyordu. İlginç olan bir hadise de şu: Kendini büyük ölçüde seküler veya Kemalist olarak gören kitle, mevzu bahis siyaset olunca, -tabiri caize- Akp’ye oy veren kitleye, “Bir iktidarın gitmesi için daha ne olabilir, bunca yolsuzluklar oluyor yine de kazanma derdi güdüyorsunuz?” diye hayıflanırken futbolda bir benzerini yapıyordu. Başarı nasıl gelirse gelsin, sonuca bakıyordu.

 Ezcümle, Fenerbahçe’nin “başarılı” yıllarının başlangıcı olabilir Ali Koç’un yeni yönetimi. Ancak bu başarı, her şeye rağmen gelebilecek makyavelist ve sonucunda da kulübün satılmasına varabilecek bir “sürdürülebilir başarıya” dönüşebilir. “Sen sokakta oyna, biz tribünde destekleyelim!” sloganı ile yola çıkan, adaletsizlik sebebiyle ligden çekilmeyi ve belki yıllarca başarı görmemeyi göze alan kitle, neoliberal büyünün etkisi altında kalabilir!

 Son kertede, yazdıklarım mesnetli olmakla birlikte, yalnızca birer düşünce. Size kanıtlar sunamam. Ancak şunu haykırarak ifade edebilirim: Fenerbahçe halktır, halkın takımıdır! Satılması teklif dahi edilemez!

Yorum bırakın