Peki ya Hemingway’in İzinden Gidersek?

                                                                                                                                              “Dünya sizin hayal ettiğiniz gibi bir yer değil.”

 Thomas Vinterberg tarafından yönetilen, senaryosu yine Vinterberg ve Tobias Lindholm tarafından yazılan Druk (Körkütük), 93. Oscar Ödül Töreni’nde En İyi Uluslararası Film ödülünü Danimarka’ya götüren yapım oldu. Danimarka’da ortaya çıkan Dogma 95 hareketinin öncülerinden biri olan Vinterberg, Druk ile derinliğini kaybetmiş ana akım sinemaya, son derece sade ve saf bir yaklaşımla meydan okuyor ve bu varoluşsal başkaldırıyı da trajediyle komediyi mükemmel bir şekilde harmanlayarak başarıyor. Film, kendi hayatlarından bir şekilde koptuklarını fark eden orta yaş bunalımındaki dört öğretmenin, yaşama arzularını yeniden kazanmanın olası bir yolu olarak başvurdukları bir alkol deneyini konu alıyor. İnsanın kaybettiği heyecanını ve kendini arayışı, Avrupa Sineması’nda sık rastladığımız konulardan olsa da bu film, yönetmenin üslubu ve Mads Mikkelsen’in güçlü performansıyla sıradanlıktan çok uzak.

 Şimdi biraz Spoiler zamanı.

 Mikkelsen’in canlandırdığı Martin ve Kopenhag Lisesi’ndeki üç öğretmen arkadaşı; futbol koçu Tommy (Thomas Bo Larsen), koro yönetmeni Peter (Lars Ranthe), felsefe öğretmeni Nikolaj (Magnus Millang), insanların kandaki alkol oranı %0.05’le doğduğuna ve bunu gün boyunca alkol alarak telafi etmeleri gerektiğine inanan Norveçli Psikiyatrist Finn Skarderud’un teorilerine dayanan bir deneyde bir araya geliyor. Hayattan pek keyif alamayan bu dört adam, bir zamanlar Hemingway tarafından da benimsenen içki içme kurallarına uymak için bir anlaşma yapıyor. Kural basit. Akşam 20.00’den sonra veya hafta sonları asla içki içmek yok. Aslında, deney en azından bir süreliğine muhteşem bir şekilde başarılı oluyor. Film, üç bölüme ayrılıyor ve ilerledikçe gerilimini giderek artırıyor.  Filmin ilk bölümünde kurulan birçok diyalog, bana, Hemingway’in Silahlara Veda romanında geçen “Şarap muhteşem bir şeydir… Tüm kötü şeyleri unutturur.” satırlarını hatırlatıyor.

 Bu dört adam, sabahlarına içerek başlıyor ve iş günü boyunca %0,05’lik sabit bir oranı koruyorlar. Kısa bir süreliğine derslerdeki neşeli hâlleri öğrencilerine ilham veriyor. Başlangıçta kasvetli olan Martin’in parladığını görüyoruz. Enerjik tavırları ve cesur yeni ders planlarıyla adeta bir rock yıldızına dönüşüyor. Öğrencilerini canlı sohbetlere ve tarihe bakmanın yeni yollarına dahil ediyor. Yakın çekimde sık sık Mads’e özgü o gülümsemesine ve dev oyunculuğuna şahit oluyoruz. Tabii Vinterberg ve görüntü yönetmeni Sturla Brandth Grøvlen’in bir iki kadeh içkinin ardından gelen o hafif sallantı hissini nasıl yansıttıklarına da. İşte görsel dilin, karakterin yolculuğuyla ustaca eşleşmesi, burada sergilenen yüksek ustalığın da bir göstergesi. Martin’in bu yeni hâli (belki de çok eski hali), özel hayatına da yansıyor ve bir sekansta ailesi ile yaptığı bir hafta sonu kaçamağını görüyoruz. Belki de yıllar sonra ilk defa karısı Anika (Maria Bonnevie) ile çılgınlar gibi sevişip onu da kendisini de hayrete düşürüyor.

 Bu arada diğer öğretmenler de en azından ilk başta benzer bir başarı yakalıyor. Müzik öğretmeni, öğrencilerini ruhlarıyla daha fazla şarkı söylemeye teşvik ediyor; felsefe öğretmeni, öğrencilerinden birinin kaygısını, daha önceki mesafeli yaklaşımıyla yakalayamayacağı bir şekilde kucaklıyor. Futbol koçu da “Specs” adını verdiği en küçük takım üyesine maçı kazandıran golü atması için ilham vererek, futbol kulübünü zafere taşıyor.

 Yönetmen ve ortak yazar Vinterberg, dört arkadaşın bu gündelik zaferlerini, metodolojilerini asla göz kamaştırmadan anlatarak ustaca bir iş çıkarıyor. En büyük zafer zamanlarında bile, içlerinden en az birinin kuralları çiğneyip nihayetinde uyanık olduklarında içmeye devam etmesinin an meselesi olduğunu biliyoruz. Her şey o kadar yolunda gibi görünüyor ki, kendilerini bir illüzyonun içinde buluyorlar ve beklenildiği gibi çoğu insanın düştüğü o tuzağa düşüyorlar işte. Daha fazlasını istemek… Bu arzu, öğretmenleri günlük sınırlarını zorladıkları ve %0,1 çizgisini aştıkları ikinci bölüme götürüyor.

 Vinterberg burada dörtlüye bir ara vererek içki içen ya da sarhoş olan siyasi figürlerin (çoğunlukla Avrupa’nın önde gelenleri) görüntülerini ekliyor. Bu gerçek hayattan örnekler, buradaki performansların ne kadar inanılmaz olduğunu bize bir kez daha gösteriyor. Özellikle de elinde kahve kupasıyla işe doğru giderken dans eden, vücut dili daha gevşek ve sakar hâle gelen Mikkelsen’in performansının. Birinci bölümdeki canlılık yerini dürtüsel davranışlara ve ayarsız bir güce bırakıyor. Bu da karakterlerin direksiyonu çılgın ve tekinsiz yollara, yani filmin üçüncü bölümüne kırmasına sebep oluyor. 

 Film, bir bireysellik çalışması hâline geldiğinde kurgusunun ötesine geçiyor. Deney dört adamın her birini farklı şekilde etkiliyor ve herkes, sarhoş bir gecenin, akşamdan kalma bir sabahla birlikte geldiğini ve bunun kimseye pek de iyi gelmediğini artık biliyor. Son bölümde, maalesef çok acı bir olaya da tanık oluyoruz. Varoluşsal sancılara karşı her karakter aynı şekilde dirençli olamıyor. Bu kısımda fazla detaya girmek istemiyorum. Spoiler kısmında filmle ilgili birçok bilgi paylaşsam da bazı önemli ve duygu yoğunluğu fazla olan sahneleri izlemeyi size bırakmak istiyorum. Bazen de kelimeler yetersiz kalıyor. Filmin sonlarına doğru Danimarkalı varoluşçu Søren Kierkegaard’ı anımsıyoruz.

 -Gençlik nedir?

 -Bir Rüya.

 -Aşk nedir?

 -O rüyada gördüğün şey.

 Alkolün artmasıyla hiçbir şeyin düzelmediği gibi, dengenin bozulduğunda hayatın daha da kötüye gidebildiğini görüyoruz. Ama bazen hayatın tepetaklak olması gerekebiliyor, farkına varabilmek için. Martin’in film boyunca aradığı şeyin bir rüya olduğunu ve belki de olanı olduğu şekliyle kabul etmesi gerektiğini, zamanla bir sürü şeyin evrildiğini gözlemliyoruz. Bence gençlik ve aşk, içinde bulunduğumuz koşullardan ya da zamandan bağımsız, eğer biz farkına varabilirsek, farklı formlarda bizi her an karşılayabilir. Kim bilir, belki Kierkegaard’ın dediği gibi sadece bir rüyada, belki de gerçek hayatta. Nitekim filmin sonu, tam anlamıyla mutlu olmasa da beklenmedik bir katarsis duygusu sunuyor. Martin de bir bakıma, fonda What A Life adlı şarkı ile yaptığı unutulmaz dansıyla hem final sahnesini taçlandırıyor hem de hayata yeniden göz kırpıyor. Dünya, hayal ettiği gibi bir yer olmasa da.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum bırakın