Her salı, sabah saat sekizi beş geçe vapuruna binerim. Aslında daha erken gitmek istiyorum, Şehir Hatları İşletmesi izin vermiyor. Adalara vapur seferlerini günde ikiye düşürdüler. Sekizi beş geçe seferinden daha erken bir saatte adaya gitmek istersen, vapur iskelesinin yanındaki derme çatma motor iskelesine buyurun beyim, diyorlar.
Bilmiyorlar, Fenerbahçe vapurunun bacasına yaslanmış bankta oturmayı, vapurun kalbini dinlemeyi annemi özler gibi özlüyorum. Ne zaman nefes almak kadar olağan, başımı kaldırıp denize baksam, onu arar gözlerim hâlâ, Fenerbahçe vapurunu. Güvertesi ve kaptan köşkünün koyu ahşap kaplamaları sebebiyle onu ta sınıfımızın penceresinden bakarken bile ayırt ederdim. Adalar hattında seferde olan vapurlar içinde sadece onun baca kısmına çıkış serbestti. Kerim olsaydı, o kata denizcilik dilinde ne denir bilirdi. Beni cezbeden, bacanın olduğu kısma çıkabilmekten ziyade, sarı bacanın dibindeki alelade bankta Kerim’in çetesinden birisiymiş gibi oturabilmekti. Büyük ihtimalle yolcular için değil, mürettebat için oraya konmuştu. Konforlu yolcu koltuklarının yanında paslı demir iskelete çakılmış, yağmuru emmekten kemikleşmiş tahtaları sevmek elbette ki normal değildi, belki de gençlikti sadece.
Aslında lise sonda onunla arkadaş olana kadar üç yıl boyunca en altta, üçüncü mevkii salonunda yatarak yolculuk ettim. Fırtınalı denizde seyrederken dalgaların derin bir gümbürtüyle vapurun karnına yumruklar indirişini dinlemeyi, dinlemekten ziyade, kendi karnımda hissetmeyi severdim. Kravatımı gevşetir, okul ceketimi yuvarlayıp başımın altına koyardım. Annemin, okul yolunda okumamı sıkı sıkı tembihleyip çantama koyduğu Fransızca kitabı orta yerinden açıp yüzüme kapatırdım. Sonraları Kerim’le birlikte, baca dibinde oturmaya başladım. Vapur her iskeleden ayrılışında düdük çalar, yükselen dumandan üstümüze kurum yağardı. Düdüğün şiddetinden bankla birlikte titrerdim. Sen, derdi Kerim, kıyak adamsın ama bu kadar da korkak olma.
***
Ufak mercekler gibi çöreklenmiş ter damlaları yüzünden çilleri daha da büyük görünmüştü gözüme. Teneffüsteydik, ihtiyacımı gidermiş, arkamda sigara içen Kerim ve çetesini aynadan izlerken, dikkat çekmemek için abartılı bir umarsızlıkla ellerimi yıkıyordum. Belli ki Kerim zengin öğrencilerden zorla sigara almıştı. Ellerimde kalan fazla suyu iki yana silkelerdim, sonra pantolonuma sildim. Bu hareketimden yaptığım an pişman oldum, dikkat çekmeyecektim! İzlemeye devam ediyordum. Saçlarımı geri yatırdım, kravatımı düzelttim. Bir türlü yüzümü onlara dönüp tuvaletten çıkamıyordum. Deminden beri hareketlerimi takip ettiğini sezdiğim Kerim’le göz göze geldik, kahretsin! Alaycı bir gülüşle yanındakilere,
“Şu hanım evladına bakın hele. Kravatı az gevşese tuvalete koşuyor düzeltmek için. Sonra ne oluyor, vay efendim Nihat’ın kravatı hep düzgün, siz niye serseri gibi geziyorsunuz, oluyor.”
Onlara dönmek zorunda kaldım. Bir deri bir kemik karınları içeriye çökmüş, kamburları yusyuvarlak, tek elleri pantolonlarının cebinde, diğer ellerinde sigaraları; karınlarından mı genizlerinden mi geldiğine emin olamadığım bir kahkaha attılar. Tek tek yüzlerine baktım korkuyla. Sarı dişleri, kimisinin yenmiş güdük tırnakları, okul çıkışı faytonculuk yapanların, ahırda çalışanların üstüne sinmiş olan gübre kokusu, kravatsız, düğmeleri açık genç göğüsleri, karmaşık saçları ile sanki tek bir insanmış gibi, sürü olarak bana güldüler. Aciz olanı, onlardan olmayanı, komik ve karı gibi olanı keşfedip onlara gösterdiği için Kerim kahkaha atmadı, sadece yerinde hafif yaylanarak, tespitinden menün, sigarasından derin bir nefes alıp gözlerimin içine baktı. Benimle dalga geçmelerine alışmıştım. Annem, kavgaya karışma sakın, diyordu. Cevap vermedim, annem tembih etmeseydi de veremezdim. Kapıya doğru adımımı atmışken Kerim önümü kesti. Kedilerin mahallesine düşmüş fare gibiydim.
“Bak bak, sınıfımızın gururu bizimle konuşmuyor,” dedi.
Durdu, çetesini süzdü, bana baktı,
“Beyler, biz muhatap alınmayacak insanlar mıyız? Nihat bize cevap versene,” dedi, omzumdan itti. Diğerleri de Kerim’in bir kaş işaretiyle üzerime yürümeye başladı. Lavabolarla çetenin arasında sıkışıp kalmıştım. Birden kapı açıldı, Kerim’in gözcülerinden olan alt sınıftan bir oğlan nefes nefese, kıpkırmızı bir suratla tuvalete daldı,
“Kerim ağabey, müdür, müdür geliyor!”
Kerim ve çetesi ellerindeki sigaraları tuvaletin demirlikli ufak penceresinden dışarıya attı. Ellerini, kollarını sallayarak beş kişinin yarattığı duman bulutunu dağıtmaya çalıştılar, fakat yeterli olmadı. Tuvaletin kapısı tekrar açılırken Kerim çorabına sakladığı sigara paketini çıkarıp benim ceketimin yan cebine koydu. Bunlar bir saniyeden kısa sürede yapılmış olmasına rağmen Kerim’in deli nefesini, ter damlalarının altında irileşip kızarmış çillerini, yosuna çalan gözlerini, insanüstü bir çabayla yaşayışını bu yaşımda bile tamı tamına hatırlıyorum.
***
Kıç açıkta, iskele tarafında oturuyorum, yüzüm kapıya dönük. Karşımda sigara içmenin cezası yazıyor. Okul tuvaletinde sigara içmenin keyfine varamamış olsam da artık ufak çılgınlıklar yapmaya kararlıyım. Kurallara uyarak çok uzun yıllar yaşadım, elime ne geçti, hiç. Göğüs cebimden tabakamı çıkarıp hızlıca arkama dönüp etrafta biri var mı diye bakıyorum. Kimse yok. Kimsenin olmaması iyi mi kötü mü bilemiyorum. Birileri oturuyor olsaydı belki içmeye yeltenmezdim. Ama amacım, birisi olsa da içmek değil mi? Ya görevliye şikâyet ederseler beni? Tabakamdan bir sigara alıp avucumda kuş tutar gibi, sıkmamaya gayret göstererek ama önüne geçilemez bir sıkma arzusu ile yerimden kalkıp içeri salonu da gözden geçiriyorum. İçeride de sükûnet hâkim. Bir kadın çocuğuna montunu çıkarması için yardım ediyor. Kırmızı suratlı şişko bir adam iki elini avuçları açık şekilde kucağına koymuş uyukluyor. Gazete okuyanlar var, bir kadın örgü örüyor, örerken kendi kendine konuşuyor. Öyle bir rahatlık hâkim ki, sanki insanlar yolculuk etmiyorlar, evlerinin salonunda oturuyorlar. Çakmak! Çakmak nerede? Hah, pantolonumun cebindeymiş. Tabakamın fiyakasına bakan, bu adamın gümüşten, pahalı bir çakmağı vardır, diyebilir. Sürekli eşya kaybeden biri olduğum için, pahalı bir çakmak kullanmaya sigara içmeye başladığım ilk zamanlarda bir kere cesaret edebildim. İkinci gününde kaybettikten sonra, bakkaldan alınma ucuz çakmaklarla idare ediyorum. Sigarayı da zaten öyle tiryaki gibi içmiyorum, dumanı içine çekmek mesela, çok zararlı. Kerim ciğerinin dibine kadar çeker dumanı. Tuvalette, bana sataşmadan önce aynadaki bana bakarak, dudaklarını yuvarlak yapıp havaya dumandan halkalar üflemişti. Halkalara şaşkın vaziyette baktığımı görünce gülmüştü. Ben dumandan halka yapamıyorum mesela, yapmam da.
***
Müdür bizi odasında yan yana dizdi. Benden şüphelenmediği için sorgu sırasında en sondaydım. Kimsenin cebinden sigara çıkmadı, bir benim cebimden çıktı. Annem okula çağırıldı, bir yanımda müdür, bir yanımda gözü yaşlı annem, karşımda da Kerim ve çetesi.
“Nihat oğlum, sen sigara içmezsin, koruma şu itleri.” dedi müdür.
Anneme hızlıca bir bakış attı, öğrencilerine “it” dediği için tepki çekmiş miydi, onu tarttı. Yok, annemin müdürü duyacak hâli mi var, burnunu nemlenmiş, buruş buruş mendiline gömmüş, sessizce ağlıyor. Bir süre sonra, müdür odada bir ileri bir geri gezinirken annem gözünü yerde baktığı noktana kaldırıp;
“Benim oğlum yapmaz. Babası da ben de hiç içmedik şu iğrenç şeyden o da içmez.” dedi.
Ah annem, Fenerbahçe vapurunun baca dibine oturmak gibi güzel annem.
Beşi de ellerini önlerinde kavuşturmuş, başları yere eğik, bir Kerim başını eğmiyor, kaşları çatık. Müdür ensesine şaplağı indiriyor.
“Bak itoğlusuna yahu, hiç utanma arlanma da yok beyimizde!”
İkinci defa “it” kelimesini bir öğrencisine hitaben kullandığı için bu sefer anneme bir açıklama yapma ihtiyacı duymuş olacak;
“Kusura bakmayın Nezahat Hanım, hayta bunlar, haydut! Benimki de sabır, bir yerden sonra tükeniyor efendim.”
Annem başını usulca sallıyor. Müdür, dizlerini kırmadan asker adımlarıyla annemin oturduğu sandalyeden pencereye, pencereden anneme geri rap rap, volta atıyor. Alyansının kestiği şişko parmaklarının uçlarına dokunarak saymaya başladı.
“Ahlaksızlık bunlarda, hırsızlık bunlarda, çok affedersiniz karı kıza laf atmak bunlarda, yalan, iftira bunlarda!”
“İftira” kısmında yan yana dizilmiş çeteyi ayağıyla gelişi güzel tepmeyi ihmal etmedi. Allahtan tekmeden ustaca kendilerini sıyırmayı başarıp tekrar ip gibi dizildiler.
Annem durmadan ağlıyor, müdür tükürük saça saça bağırıyor. Benimse aklım karışmıştı. Kerim ve çetesinin ceza almaları, müdürden temiz bir dayak yemeleri dudağımdan çıkacak tek bir kelimeye bakıyordu. Müdür, avına odaklanmış bir hayvan gibi, eline parçalama fırsatı vermem için neredeyse yalvaracak.
Kerim sınıfa hocadan sonra girer. Önceleri bu saygısızlığın cezası dayak ve sınıftan atmak olmuştu fakat; sonra bunun çare olmayacağı, Kerim’in bu davranıştan vazgeçmeyeceği anlaşılınca hocadan sonra sınıfa girmesine göz yumuldu. Dışarıda serserilik yapıp okulun adını kirleteceğine, sınıfta gözümüzün önünde olsun eşekoğlueşek, dedi hocalar.
Bir gün, Kerim derse yine hocadan sonra geldi. Tek eli cebinde, başını boynu yokmuşçasına içeriye çekmiş, diğer elinde siyah tespihi, büyük adımlarla, film başladıktan sonra sinemada koltuğunu bulmaya çalışan insanlara has bir telaşla hocanın önünden geçti.
“Selâmün aleyküm hocam.” demeyi ihmal etmedi. Kendine göre, saygıyla hızlıca başını eğdi.
Yasemin hoca;
“Hey Allah’ım!” diyerek dudaklarını cık cık oynatıp başını iki yana salladı.
Kerim en arka sırada cam kenarına geçip pancar gibi kızarmış iri ellerini okullara özel çirkin bir pembeye boyanmış kalorifer dilimlerinin arasına soktu. Sonra ellerini birbirine sürterek ovaladı, ceketinin yakasını kaldırdı.
“Hocam, şurada birazcık kestireceğim. Çok yorgunum, sabah dörtten beri denizden ağ çekiyor bu eller, ekmek parası.” deyip hocaya ellerini gösterdi.
Yasemin hoca,
“Ne halt yersen ye!” dedi. Kerim rahat edememiş gibi yerinde kıpırdandı,
“Ama hocam, çok sessiz uyurum, dersinizi bölmem. Hem bunu kişisel algılamayın, dersi şahane anlatıyorsunuz yoksa.”
Keşke benim babam da balıkçı olsaydı, diye düşünmüştüm. Ben de ekmeğimi denizden çıkarsam. Bu kitapları okuyarak hayatı öğrenecek miyiz gerçekten? Buz gibi tuzlu su ellerimi çatlatsa, bütün balıkların, rüzgârların adlarını ezbere bilsem. İskele sancak ne demek, fırtına ne zaman patlar, martılar ne şekilde uçarsa kar yağar ben de bilsem keşke, onun gibi. Evde, Kerim’in değişik yürüyüş şeklini elimde tespih varmış gibi taklit etmeye bile çalıştım. Müdür;
“Bak Nihat, oğlum, korkmanı gerektirecek bir hadise yok. Korkma şu heriflerden. Hele sana bir dokunmaya çalışsınlar, bak bakayım nasıl kırıyorum ağızlarını burunlarını.”
Kerim’i beyaz dişlerinin arasından kan fışkırırken hayal ettim bir an, aklıma hamsi ve çipura dışında hiçbir balığı tanıyamadığım geldi, paket benim, dedim.
***
İskeleye yanaşırken hoparlörlerden çirkin sesli bir kadın anlattıkça anlatıyor. Vapurun iskeleye yanaşırken uyulması gereken kuralları önce Türkçe sonra İngilizce sayıyor. Yok vapur durmadan yerinizden kalkmayın, yok iskele yanaştırılmadan vapurdan atlamayın. Biz lisedeyken öyle usta kaptanlar vardı ki, vapurları tereyağından kıl çeker gibi yanaştırırlardı. Neyse, zaman o zaman değil, en önemlisi bu bel eski belim değil, vapurdan atlayamam.
Oh, ada mevsimi bu işte. Ne yaz ne bahar ne de kış. Havada zamansızlığın mevsimi hâkim. Dümdüz çıkıyorum iskeleden, Saat Kulesi’nden sola dönüyorum. Tanesi bir lira yirmi beş kuruş olan peynirli krokanlardan iki tane alıyorum. Eskiden Heybeli’ye liseye giderken de alırdım sabahları, o zamanlar tanesi otuz kuruştu. Birini yemeye başlıyorum, diğerini yağlı kâğıda sardırıp cebime koyuyorum. Büyükada’nın çarşısı her sene daha da değişiyor. Çirkinleşiyor demeye gönlüm el vermiyor ama yeni açılan marketler çarşımızın köy havasını iyice bozdu. Dükkanının önünde çay içen annemin eski kasabına selam veriyorum. O da iyice kelleşti. Eski bir tanıdığa selam vermenin ılık sahiplenme hissiyle çarşının gökyüzünde iç içe geçmiş çınar dallarına, bitişik çatılarda gezinerek çarşı esnafından gelecek yiyecekleri takip eden martılara bakıyorum.
Birçok deniz gördüm, Kerim’in gördüklerinden kat be kat daha çok. O en uzak, Karadeniz’e gitti. Ama hala, hamsi ve çipura dışında balık tanıyamam. Yüzlerce metni, kitabı tercüme ettim, birkaç kadın sevdim. Sadece bir tanesi yorganın uçlarını yatağın köşelerine dümdüz hizalamadan uyuyamayışımdan sıkılmadı. Onu da ben terk ettim, kendimden kurtardım. Hayattaki tek köküm, bağım, evim burası. Evet, ömrüm boyunca dönüp dolaşıp geleceğim yer burası.
Çarşının sona erdiği, kumsalın başladığı yerde. Balıklarını sergilediği kırmızı ve mavi leğenlerini pazar kasalarının üstüne koymuş, açılır kapanır taburesinde oturuyor. Uçları sararmış bıyıkları nasıl yüz yıldır o dudakların üstündeyse, sigarası da öyle. Hayata yenilmiş, yenilmişliğini de kabullenmiş, suya atılan taşın çıkardığı son halka gibi, çırpınmayı bırakmış insanlara has dinginliği var. Yaşlandık be Kerim. Seni hiç yaşlanmaz sanırdım, sen de yaşlanırmışsın. Beni görünce sevinçle ayağa kalktı, leğenlerin önüne geçip kollarını açtı, beni kucaklayıp, omuzlarımı pat patladı.
“Hoş geldin güzel dostum.”
“Hoş bulduk Kerim.”
Cebimdeki diğer krokanı çıkarıp veriyorum,
“Al, seversin sen.”
“Oh sağ olasın, pek bir makbule geçi ama niye zahmet ettin,” Yağlı kâğıda sarılı krokanı pilli, ufak radyosunun yanına koydu.
“Lafı mı olur oğlum, afiyetle ye.”
“Getirdin mi benim oğlanın kitaplarını?” diyerek elimdeki poşeti aldı, beni demin oturduğu taburesine buyur etti, poşeti ayağımın dibine koydu. Karşımızdaki kahvehaneden bir tabure ödünç aldı, iki de çay söyledi.
Kerim’in liseye giden bir oğlu var, bizim gittiğimiz liseye değil, çok daha iyisine gidiyor hem de. Çok başarılı, yakışıklı bir oğlan, bu aralar Fransızca ’ya merak sarmış. İyi, iyi dedim Kerim’e, dil öğrenmesi güzel. Her Salı adaya gelirken, oğluna Fransızca kitaplarımdan getiriyorum.
Kerim bir keresinde,
“Varım yoğum oğlum. Okusun istiyorum, o da balıkçı çıkmasın. Güneş doğarken sıcacık yatakta, karısının koynunda uyumak nasıl bir şeymiş, bari o bilsin.” demişti.
Çaylar geliyor, Kerim benim çayımı uzatıyor,
“O ne lan sol elin? Çolak mı oldun görmeyeli, neden öyle tutuyorsun kolunu?” deyip gülüyor.
Kerim sorana kadar sol elimi bacağıma iliştirmiş gibi sabit tuttuğumun farkında değildim,
“Aç bakayım avucunu!” dedi, kolumu kendine çekti.
Açtım. Avucumun içinde ortadan kırılmış, terden ıslanmış bir sigara var.
“Bu ne?” dedi.
“Bu şey, vapurda gelirken içecektim, yasak artık biliyorsun. İçemedim, şimdi durduk yere başıma iş açmayayım dedim. İnince içerim diye elimde tutayım dediydim, unutmuşum.”
Bir süre baktı, yüzümü en ufak lekesine kadar inceler gibi derin, sakin baktı. İçinde hiç his kalmamış odun elleriyle bıyıklarını düzeltti, kısık kısık güldü.
“Hey Allah’ım!” dedi. Baktı, bir daha güldü.
O biliyordu ama, müdürün odasından çıkarken annemin yanında dikilen bana o gün de aynen böyle gülmüştü.