Seagrass, Denizotu, 2023 yapımı bir Kanada filmi. Meredith Hama- Brown tarafından yazılıp yönetilen film, yönetmenin ilk uzun metrajlı film denemesi.
Judith (Ally Maki), kocası Steve (Luke Roberts) ile yolunda gitmeyen ilişkilerini kurtarmak üzere on bir ve altı yaşlarındaki kız çocuklarını ( Emmy rolünde Remy Marthaller, Stephanie rolünde Nyha Huang Breitkreuz) da yanlarına alarak bir aile kampına gelmiştir. Film boyunca Judith’in beş ay önce annesinin kaybı ile alevlenen içsel çatışmalarının hem kendi hem de ailesi ile kuruduğu ilişkiye nasıl etki ettiğine adım adım şahit oluruz.
Çatışmanın ana noktası, evliliğin ırklar arası olmasıdır. Judith (her nasılsa ismi de İbranice’dir) 2. Dünya Savaşı sırasında enterne edilmiş Japon bir ailenin kızıdır. Çok fazla bilinmez bu tarihsel gerçek. ABD’de ve Kanada’da savaş sırasında güvenlik sebebi ile toplama kamplarında zorlu yaşam şartlarına katlanmış, sonrasında bu aşağılanma ve hor görülmeyi, kültürel geçmişlerinin desteklediği onurlu duruş için, çocuklarıyla (aslında dünyada da pek ses getirmemiştir) çok da paylaşmamıştır. Judith de fakir, çok çalışmak zorunda kalan ebeveynlerinin hikâyesine uzak, yaşadığı ülkenin ferdi olmak üzere yetiştirilmiş gibidir.
Eşi Steve ise tipik bir Kanada ailesine mensuptur. Yaz tatillerini Judith’in ailesinin içerilere sürülmeden önce yaşadığı okyanus kenarında yapmış, kendi güvenli yaşantısından çok da çıkmamış, filmin can alıcı noktasında söylediği gibi kimliği ile ilgili çok da kafa yorması gerekmemiş biridir ( Sadece televizyon izliyordum, babalar televizyon izlemez mi?). Oysa karısı için bu, dahi babasının ölesiye çalıştığını düşünmeye vesiledir. Onun babası günde on iki saat çalışıp eve dönünce televizyon izlemeye hâli kalmıyordur. O kadar fakirlerdir ki annesi eski kazaklardan battaniyeler örmüştür. Ona kalan miras da işte o battaniye ile ısıtmaya çalıştığı, yüreğinde şimdiye dek görmezden geldiği bir üşüme gibidir…
Oysa bir kaybın sonrasındaki üzüntüyü, yası sağlıklı yaşayabilmesi için insanın, yitirdiği kişi ile yaşantı ve duygularını o yaşarken tahlil etmiş olması gerekir. Bunlar yitirilen ile temas hâlindeyken yeterince gözden geçirilmediyse, hatta geçirilse dahi huzurlu kabul edilebilir bir zemine taşınamadıysa yas tutmak zorlaşır. Judith’in yası da bu yüzden zordur. Kocası ise yalnızca ırkından dolayı dahi geçmişteki yaşantıların temsilcisi olarak öfkesini yöneltebileceği birine dönüşmüştür.
Kız çocukları ile babanın eşitlikçi, güvenli ilişkisine karşılık anne, özellikle küçük kızı ile kaygılı bir bağ kurmuştur. Bu tutum yaşı ile de desteklendiğinde ufaklık, dünyanın güvensiz ve korku dolu bir yer olduğuna kanaat getirmiştir. Aynı annesinin kendi annesinin ördüğü battaniye ile kendini huzurlu hissetmesi gibi o da nesnelerle güvenliğini arttıracak ilişkiler peşindedir. Oyuncağı, havuzdan aldığı top ve eliyle tuttuğu ritm dahil geçiş nesneleri vardır. (Geçiş nesneleri; doğası gereği çocukların anneden ayrılırken anne yerine koyduğu, her an yanında taşıyarak güvenlik hissini sürdürmeye hizmet eden nesnelerdir.)
Abla, ergenliğin eşiğinde ancak annesininkine benzemeyen bir güvenlik algısı çemberindedir. Annesi kadar çekik gözlü olmayışı nedeniyle aldığı sözde taltife gülüp geçer ama havuzda gaz kaçırmasının anlatılmasını hakaret sayar; onun yaşadığı topluma aitliği yaşıtlarından çok da farklı değildir. Kardeşi ile sevgi dolu, annenin sertliğinde birbirlerini kollayan bir ilişkisi vardır.
Aynı kampta kalan yine Japon asıllı bir erkek Pat (Chris Pang) ve sarışın karısı Carol (Sarah Gadon) ise tipik yeni toplum temsilcisidirler. Her ikisi de gösteriyi severler. Gezdiklerinden, yedikleri içtiklerinden kullandıkları arabaya kadar içeriğine hâkim olmasalar da özel olduklarını ilan ederler. Birbirleri dışında duygusal yatırım yapacakları bir şeye; özellikle bir çocuğa hayatlarında yer yoktur. Kadın Judith’in çocuklarını egzotik birer obje olarak tanımlayıp çocuk sahibi olmanın onu daha da mutlu edip etmeyeceğinden endişesini bilge bir ifade ile sunarken,, Judith’in aklını karıştırmayı da başarır. Adam ise anlayışlı dost olma konusunda o kadar iddalıdır ki terapi seanslarında dahi teatral tavrı ile diğerlerini etkilemeye çalışır. Yoksa adapte olmuş mutlunun rolünü mü oynuyorlardır? Judith değilse de Steve bu soruyu sorar.
Filmin başında karşılaştığımız hayaletli mağara, insanın kendisini korkutan karanlıktaki, derinliklerindeki duygularına gönderme gibidir. Suların yükseldiği zamanlarda daha da güvensiz olur, tıpkı insanın hayatında kayıplar olduğunda derinlerindeki çatışmaların alevlenmesi gibi…
Aslında kıyılara yerleşmiş, balıkçılıkla geçinen Japonların enternasyon ile karasal orta bölgelerde yaşamaya zorlanması, yerlerinden koparılmasıyla ilgili gerçek de tıpkı kıyı boyunca yetişen deniz çayırları için böyledir. Genç balıklar için mercanlara göç edinceye dek bir fidanlık görevi gören çayırlar, bir insan için ailesine benzer; ailenin ona verdikleri, sonraki yolculuğunu da şekillendirir…
Film, nesiller boyu aktarılan travmaların nelere mal olduğunu, bir ailenin kısa süreli bir ada yaşantısı eşliğinde dalgalar gibi yüzümüze vuruyor…