İstanbullu Posta Pulu – 3. Bölüm: Ekinoks

 Bugün günlerden ekinoks. Günlerin eşitlendiği, yıldaki iki seferden biri. Tüm Dünya Güneş’ten eşit payını alıyor. Güneş’in bile Dünya’ya eşit dağıtıldığı bir gün varken insanların eşit yaşadığı bir dakika bile yok. Ne garip, insan doğadan hiç ders almıyor! Sence insan bunu doğası gereği mi yapıyor yoksa doğasına aykırı yaşadığı için mi yaşayamıyor? Düşünüyorum, bu düş beni sana getiriyor. Çünkü böyle şeyleri ancak seninle konuşabiliyorum.

 Posta pulu satın aldığımı gören herkes soruyor “Telefonla ulaştığın birine, ne yazıyorsun mektuplarında?” diye. Bugünün cevabı ekinoks oldu. İnsan hiç eşitliği telefonunda konuşur mu ya da sonbaharın başlangıcını paylaşabilir mi ya da okuduğu mesajlarda yanındaymış gibi hissedebilir mi? Mesela ben, kaç kere senin yerine sardunyalarını suladım? Dibinde kahve kalmış fincanlarını sudan geçirdim. Fayette’ye göz kulak oldum. Gurbetinde Neşet Ertaş’ı birlikte dinledim…

 Başlıyorum, gidişinin bilmem kaçıncı günü demeye az kalmış günlerden birinden. Sana yazdıklarını geri yazmak gibi olacak biraz ama, yazdıkların tadında bir gece geçirdim. Baş başa gidip gitmemekte kararsızdım önce. Sonra yaşımı aldım önüme, konuştum yaşanmışlıklarımla. Onunla vakit geçirmek isterken neden o anı başkalarıyla da paylaşacaktım ki? Sesini duymak için gerçekten bir başkasının sorularına ihtiyacım var mıydı? Bütün ilgimi sadece “o”na göstermek istiyordum. Bir başkasıyla konuşurken “o”nu hep köşeli tanıyacaktım ve başkalarını sadece figüran yapacaktım. Buna gerek olmadığını bilecek kadar yaşamıştım, değil mi? Başını sallayıp onay verdiğini biliyorum. Seninle ilgili bildiklerim hep omzumda el hissettirmiştir bana. Yürü ya kulum diyen bir el! Ne mühim!

 Zaten Cemre’nin de benimle görüşmeye gönlü olmasa, gülüşüyle orman gibi yeşertir miydi kalbimi? Arabamı almaya gittiğim gün, karşılaşalım diye ne gereksiz zaman harcamıştım bakkalda, bankta, telefonda. O an anladım, zaman kaybından başka bir şey değildi, tesadüfleri beklemek. Bunun üzerine doğrudan mesaj attım: “Yaz bitmeden açık havayı birlikte solumak ister misin?” diye. “Bu ne acele?” derse de bahaneyi mesajın içinde yazdığım yazın bitimine atacaktım. Hep kendini bir garantiye alma çabası içinde insan ama neyse ki gerek kalmadı. “Üşümeden buluşabilmeyi, ben de isterim.” dedi. Sanki o da bir anekdot gizlemişti mesajının içine. Gerekirse çıkarıp kullanacaktı. Üşütmemek görevdi artık bana, bu yüzden hemen hava durumuna baktım. Gecesi en sıcak olacak günü seçip teklif ettim. O da kabul etti. Bir perşembe günü ağırlayacaktı bizi. O an, onunla geçirmiş bir günün ardından, işe nasıl gidebileceğimi hayal ettim. Garip bir manifesto uyandırdı içimde. Meşke düşmüş bir adamı fark etmeyen olacak mıydı? Gül gül! Biliyorsun tabi cevabı; oldu tabii. Aşk nedir bilmeyen binlerce kişi, omzuma çarpa çarpa yürümeye devam etti. Ben ise her omzu hissetmenin garipliği içindeydim.

 Kaseti bir gün geri sarayım ve Karaköy Vapur İskelesi’ndeki karşılaşmamızdan devam edeyim. Biliyorum ki senin için vapur demek, başka bir gurbetçiye zeytinyağlı sarma demek gibi bir şey. İştahın kabarmıştır şimdi. Seninle defalarca aynı vapurdan inmeden binmeyi çok özledim. Seninle yapamadığım her şey, benim de gurbetim be Cemre. Neyse… Maçka’daki ofisimden yürüyerek gitmiştim iskeleye. “Yürümek en güzel hazırlıktır.” derdi annem. Dinledim yine onu. Yürüdüm yokuş aşağı, sonra deniz kenarı. Trafiğe yenilmiş kalabalık, sükûnetle bekliyordu sırasını ve ben herkese rağmen yol alandım. Ne şanslıydım…

 İskeleye vardığımda, vapur Kız Kulesi’ni öpüyordu. Az kalmıştı. Vapur yaklaştıkça sanki köpürttüğü deniz, avuçlarıma değiyordu. Heyecan ne güzel ne ıslak ne kabartıcı bir duyguymuş, unutalı yıllar olmuş. Sonunda vapur vardı iskeleme. Cemre ilk inenler istilasına karışmamıştı. Ortalara doğru göründü. Lacivert bir elbise giymişti. Vişne rengi bir ruj sürmüştü. Yanakları al aldı, belki allıktan belki de esintiden ama yakışmıştı. Yeşil gözleri deniz kenarındaki ağaçlar gibi duruyordu. Fuşya bir şal vardı boynunda. Onu da dudak rengine yaren yapmıştı, uçuşuyordu meltemde. Saçları yarı salık yarı toplu, ellerini koyacak yer bulamazsa onlarla oynamaya hazırdı. İskele bekçisi, inerken elinden tuttu. O kareyi gördüm, elini kıskandım. Güneş batarken tüm turuncusunu salmıştı denizin üstüne. Dalgalar turuncu, gök turuncu, kalbimde turuncu renkte bir ateş, alev alev. O an aklıma koydum, ilk ellerini öpecektim. Geceye yıldız olmak için hazırlanmıştı, batmasına beş kalan güneşi kıskandıran parıltısı vardı, sedef gibi. El salladım beni görsün diye. Gözleri beni arıyor olsa gerek, O da uzattı havaya elini ve sanki o an gökyüzünde ellerimiz kavuştu. Gülümseyen merhabalar dedik. Gülümsemeler devam etti, assolist öncesi sahnede yer alan alt grup gibi. Ve sonra ilk solist benim ağzımdaki sahneden çıkıverdi: “Çok güzel görünüyorsun”. Onun sözcükleri benimkinden de asttı ki gülümsemeye devam etti. Karaköy’de terası olan bir restoran seçmiştim. Ne de olsa “Yürümek en güzel hazırlıktır.” diye çıkmıştım yola. Bu sefer birlikte yürüdük ve birlikte hızlanan kan dolaşımımızı sakinleştirdik. Trafiğin aksine yürümek şu an nerede ne yaşanıyorsa, ondan tamamen bağımsız olduğumuzu hissettiriyordu. Akış bizdik ve herkes tersine kürek çekmeye kalktığı için sıkışıp kalmıştı, hatta istop etmişti. Ta ta ta dünyanın en şanslısı bendim. O an her şeyi kazanmış, başarıdan başarıya koşmuş, görülmüş, duyulmuş, hepsini alt etmiş bir on dakika yaşıyordum. Aşk buydu, dünyanın en zengin duygusu.

 Sokaktaki kediler arttıkça vardığımızı anlıyordum. Gideceğimiz balık restoranının kırmızı halılarıydı onlar; “Miyav miyav” hoş geldin diyorlardı. Her şeye gülümseyerek geçtik kırmızı halıdan. Prensesin saklı olduğu kuleye tırmanır gibi, terasa çıkan merdivenleri tırmandık. Garsona, Ömer Tanem adında iki kişilik rezervasyonum olduğunu söyledim. “Buyurun” diye terasın tam ortasında duran masayı gösterdi. Tam bir sahne gösterisiydi. Premier gecesi gibiydi. Şıkır şıkır giyinmiş kenar masalar, masamızı çevreliyordu. Elimle önceliğin onun olduğunu işaret ettim. Teşekkür ederek yürümeye başladı. Ortaya yürüyen büyülü bir orman gibiydi. Yürüdükçe çiçek yaprakları savruluyor gibi, ben de onları toplayıp garsona veriyordum. Garson da vazolara koyup masalara dağıtıyordu. Bunun gibi onlarca film karesi hâlinde düşünceler, geçip durdu zihnimden. Sandalyesini çekmedim ama kendim oturmadan Onun oturmasını bekledim. Sanırım ben ehlileşmiş bir prenstim. Bir kadının kendi yapabileceklerinin farkındaydım. Sadece önceliği ona vererek onun önceliğim olduğunu gösteriyordum.

 Masaya oturunca menüye bakmamız için bize zaman tanıyan garson, bir süre sonra yanımıza geldi. Ortak kararla bir şişe Kav, bir de su söyledik. Seni hatırladım Cemre, “ne çok seversin bu şarabı” diye geçirdim içimden. Hatta düşümle yetinmeyip “Cemre, yani arkadaşım Cemre, Paris’te yaşayan, O da çok sever Kav’ı” diyerek seni masamıza ekledim. Sonra senden duyduğum bu cümleyi kurdum: “Fransız kökenli Kav, şarapların saklanması ve yıllandırılması için yapılmış olan mekânlara verilen admış”. O da bana “Cemre’nin sendeki yeri kav mı?” diye sordu. Bu soru çok düşündürttü beni. Sahi ya yıllanmış dostluğumuzu bir kavın içinde mi saklıyorduk seninle? Onu saklayarak mı yıllandırıyorduk? Neyden, kimden saklıyorduk? Bunun yok olmasından bu kadar mı korkuyorduk? Birimiz kadındık diğerimiz erkek, asıl korktuğumuz da bu muydu? Yoksa biz birbirimizden mi saklanıyorduk? Acayip bir şekilde karışmıştı kafam. O kafa karışıklığına kaptırdım geceyi. Sonrası bir sonrasına sözleşmek oldu.

 Eve dönünce bütün mektuplarımızı tekrar tekrar okudum. Sen her seferinde hayallerini yazıyordun, ben yaşadıklarımı. Yaşadıklarım sana hayal kurduruyor, senin hayallerin de beni yaşamaya heveslendiriyor. Cevaplamıyorduk yazılanları. Tepkilerimizi tahmin ediyorduk. İç sesle dış ses gibiydik. Cemre yoksa senle ben, aynı kişi miyiz?

Yorum bırakın