1954 yılının bir kış ayında kapı sert bir şekilde çaldı. Üç kardeş de göz göze baktı. Aralarından en büyüğü olan Ruhat başıyla diğerlerine işaret etti, kardeşler hemen tüfeklere sarıldı. Kadınlar kollarıyla çocukları siper etti ocağın yanında. Ruhat kapıya gidip sert bir tonda “Kimdir o? Hayr olsun.” dedi. Dışardan gelen tipinin sesi yaşlı adamın sesini bastırıyordu ama adam son gücüyle meramını anlattı. Hayatlarını değiştirecek ses kapının arkasından duyuluverdi, “Üşüyorum.”
Ruhat, Sabri ve İbrahim genişçe odasız bir evde yaşıyordu. O bölgenin en büyük eviydi. Hatta köylüler, “büyük evin orada, büyük eve varmadan” gibi tabirlerle yol tarifi yapıyordu yabancılara. Gerçi Gürgenli’ye çok da yabancı gelmezdi.
Evde üç adet ocak vardı. Bu üç ocak üç aileye hem yemek hem de ısınma fırsatı veriyordu. Tabii odasız duvarsız geniş bir ev, o şartlarda bir nimet olduğu gibi sorun da oluyordu üç kardeşe. Hayrın içindeki şer gibi sıkıyordu boğazlarını.
Ruhat Amca’yı içeri aldı. Evdekiler rahatlamışlardı. Gelen eşkiya da olabilirdi jandarma da. Ama gelen şimdilik zararsız görünen bir yaşlı adamdı. Hemen kazanda pişen çorbayı ikram edip üzerine battaniye verdiler.
“Hayır olsun amcam, ne ararsın kışın bir vakti?” dedi Sabri. Amca anlatmaya başladı. “Oğlum ben Nemrut’a giderim. Bursa Abdal Murat Camii’nin hocasıyım. Yani hocasıydım. Emekli ettiler beni. Ben de mezarım memleketimde olsun diye koyuldum yola. Tipi zorladı ama beni. Eskiden buralar avcumun içinde gezerdi. Yaşlılık zor.” dedi. Çocuklar o sırada koşmalı oyun oynuyordu, İbrahim bağırdı, “Lan koşmasanıza, gormüyonuz mu yaşlı adamı!”
Amca ayağı kalktı. “Senin oğlunu anca damar otu iyileştirir.” dedi. Ceketini cebinden ot dolu bir torba çıkarıp İbrahim’e verdi. İbrahim gözleri dolu bir şekilde otu aldı ama elleri titriyordu. Hem şaşkındı hem heyecanlıydı. Hem de biraz korkuyordu. Oğlunun gözlerinin hasta olduğunu, hasta olanın onun oğlu olduğunu nasıl anlamıştı şıp diye. Daha önemlisi şifasını neden getirmişti ki oğlunun. İbrahim karısına poşeti verip tam amcaya “Allah razı olsun amca sen…” diye cümleye başlamıştı ki amca eliyle durdurdu konuşmayı. “Yuşa Tepesi’ni bilir misin? Yuşa Hazretleri’nden çok fazla şifa bulan vardır. Ölü balığın dirildiği yerdir orası. Senin oğlanın gözleri de diriliversin Allah’ın izniyle.” dedi. Arapça sessiz denilecek kadar kısık bir sesle dua etti. Ben yatayım bana müsaade dedi. Yatağını bir ocağın başına yaptılar. Sabri ve ailesi diğer ocakların başına dağıldı. Evdeki herkes şaşkındı. Ruhat ise temkinliydi. O gece kimseye fark ettirmeden uyumadı.
Sabaha kalktıklarında amca yavaş yavaş ceketini dikiyordu. Elleri titriyordu, gözleri de pek seçemiyor gibiydi. Kardeşler dışarıdaki işlere nöbetleşe gitti, evde hep bir erkek vardı. Amca ile eşlerini ve çocuklarını yalnız bırakmadılar. Akşam yemeği yedikten sonra amca sohbete daldılar. Ancak sohbetin devamında Ruhat’ın sinirleri iyice bozuldu. Ayağa kalkıp karısına tokadı yapıştırıyordu ki amca “Düğüm” diye bağırdı. Ruhat’ın durdu, sinirine şaşkınlık karışmıştı. İbrahim yine amcadan bir keramet bekliyordu, onun Hızır olduğuna inanıyor ama bu konu hakkında yorum yapmıyordu. Amca cebinden iğne iplik çıkardı. “Diktikten sonra düğüm atıyorum çıkmasın diye. Gerçi her düğüm böyle güzel sonuçlar doğurmuyor. Felak suresini bilir misin? “Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” der. Eşine söyle şerden kaçınsın. Düğümlemekle ev size kalmaz, zararı size olur. Git şu döşeğin altındaki düğümleri Felak ile çöz.” dedi. Ruhat’ın karısı korkudan dişleri titredi, ağlamaya başladı. Ruhat bir hışımla döşeğe gidip çakısıyla döşeği yırttı. Döşeğin tam ortasından yedi düğüm atılmış kalınca bir ip çıktı. İpte ayet olmayan Arapça harfler yazılıydı. Ruhat son düğümü çözdüğünde karısı ter içinde bayıldı. Ortalık buz kesmişti. Amca Ruhat’ı yanına alıp sakinleştirdi. Yatmadan Galata Kulesi’nin altındaki geçitlerden ve Hz. Süleyman’ın tacından bahsetti.
Ertesi gün amca eşyalarını toparlamıştı. Herkesin üzerinde bir huzursuzluk vardı. En çok da Sabri ve karısının. Dışarıda hala tipi devam ediyordu. Amca biraz daha kendine gelmişti. Sabri bir gün daha kalması için amcaya ısrar etti. Soğuğu, tipiyi bahane etti. Ama tek istediği şey sıranın ona gelmesiydi. İşlerle güçlerle akşamı rahmetli babalarının yiğitlik hikâyelerini. Akşam olduğunda herkes yataklara yattı. Sabri son defa şansını denemek üzere amcanın yanına gitti. Amca “Ben de seni bekliyordum gel oğlum” dedi. “Hanımına söyle ayrı ev istemesin.” diye ekledi. “Ayasofya’da farklı alemlere açılan kapılar vardır, burası da sizin Ayasofya’nız” dedi. O sırada çocuklardan biri eline aldığı bir sopa parçası ile oyun yapıyordu yattığı yerden. Sopadan uçağı her çarpışında ses çıkarıyordu.
Sabri, amcayla konuşmayı bırakıp arkaya döndü “Yat ulan zıbar artık, sana demedim mi yaşlı adam var ses yapma!” diye kızdı. Çocuk elindeki sopayı bırakıp yorganı üzerine çekti. Yorganın altından çocuğun söylenme sesleri geliyordu. “Sanki evde yaşlı biri var, tutturmuşlar yaşlı var, yaşlı var.” dedi.
Sabri, çocuğun dediklerine anlam veremedi. Döndüğünde ise amca yoktu. Amca belki hiç olmamıştı ya da hep vardı. Belki de hayatlarına şer olmuştu hayır ile karışık.