Geceden alacaklı bir uykuyla sokağa vurdum kendimi. Geçtiğim yerlere hayalin eşlik ediyor Mu-ma! Sana mu-ma diyeceğim. İsimler yalnızca seslenmek için değildir. Ellerindeki poşeti tek nefeste şişiren ve her seferinde olmayan bir hayatın sularına gömülen tinerciler geçiyor yanımdan. Yataktan yeni kalkmış bir kadına benziyor İstanbul. Yürüyorum. Yürüyüşümde bir ıssızlık var, 1500’lerde keşfe çıkan denizcilerin iştahı.
Sokağın sesleri yine peşimde! Beton mikserlerinin uğultusu, soluğu hiç kesilmeyen araba kornaları ve fren balatalarının gıcırdayan sesine direnen, kuşların şakırtısı… Bir de kafelerden kahve kokusuna karışarak yükselen dımtıslı müzik!
Seninle o yerlerden birine otursak Mu-ma! Tenha bir masa bulsak kendimize. Eşyalarımızı, kitaplarımızı, hayallerimizi üzerine yaysak. Garson gelip ne istediğimizi sorsa, sen iri gözlüklerinin ardında iki hınzır çocuk gibi duran gözlerinle bana baksan ve ben “İki çay!” desem. Saklansak Mu-ma, İstanbul’un seslerinden, nefesine kirli gazlar bırakan göklerinden saklansak.
Müzik sesinin geldiği yöne bakıyorum. Duvara asılı ekranda, 16 yaşlarında genç bir kadının, bedenini ritme uyduruşunu izliyorum. Göbeğinin çıplaklığını, dünyanın merkezi gibi sunuyor kadın(!) Ruhundaki çocuğun mumunu çoktan söndürmüş. Kadim bir olgunlukla doğmuş sanki. İlk heyecanların derin titreyişleri, ilk hayal kırıklıkları, neşe, hüzün, mahcubiyet… Tüm bu duygulanımlardan azade! Oysa olgunluğunun taştan heykeli kuru bir esintiden ibaret. Don Kişot’un yel değirmenlerinden daha dehşetli bir zaman, yaşanılan. Çağın canavar dişleri, çekirdek gibi soyuyor insanları ruhundan. Beden kalıyor öylece. Ezberlenmiş ve birbirine benzeyen salınımlarıyla milyonlarca beden! Tıpkı bu genç kadınınki gibi… Oysa insan dediğin yalnızca beden değildir Mu-ma! İsimler de yalnız seslenmek için değildir. “Mu-ma”, bir bebeğin ağlarken çıkardığı sestir; dişsiz ağzından dökülen iki hece…
Yola çıkıp bir taksi çeviriyorum. Beni Mu-ma’ya götür diyorum. Ağlayan bir bebek gibi geliyorum sana. Ağlayan bir bebek gibi özlüyorum.