Başlıksız

Uzun süredir sayfalarını karıştırdığı dergiyi yanındaki sehpaya, rengârenk boya şişeleriyle dolu kutuların yanına bıraktı. Resim yapmaya devam eden sevgilisine yaklaştı usulca.
“Hadi” diye fısıldadı.
“Hadi sevgilim, çıkıp bir şeyler yiyelim. Sonra da bana gidelim, olmaz mı?”
Adam, bu teklifi zor beklemiş gibi aceleci hareketlerle önlüğünü çıkardı, askıya bıraktı. Muzip bir gülümseyişle parladı gözleri:
“Tamam, hemen hazırlanayım.”

Uzun süredir yazı masasının başından kalkmayan kadın, oğlunun telâşlı sesiyle irkildi.
“Anneee!”
“Söyle bebeğim!”
“Tuvalete gitmem gerekiyor.”
“Tamam, git!”
“Ama arka…”
“Tamam, sen git. İşin bitince seslen bana, dinliyorum.”

Genç adam ve sevgilisi atölyenin geniş merdivenlerini gülüşerek indikten sonra Çiçek Pasajı’na doğru yöneldiler. Yeni yıl öncesi düşen ilk kar taneleri, sokak lambalarının altında kristal parçaları gibi parlayarak, beyaz bir büyü halinde caddeye iniyordu. Yeni yıl süsleriyle ışıklandırılmış renkli vitrinlerin, közde mısır ya da kestane kokan tezgâhların, yol kenarında uyuyan iri köpeklerin arasından geçerek, o çok sevdikleri midyeciye ulaştılar.
“İki porsiyon midye tava, yanına da buz gibi iki bira lütfen!”

“Annee!”
“Eveeet?”
“Bitti!”
Önce çocuk, sonra tuvalet temizlendi. Klozet ve lavabo, çamaşır suyuyla silindi. Pijamaları giydirilen çocuk, en sevdiği masaldan sonra öğle uykusuna daldı.
Kadın yazı masasına döndüğünde, ressam adam ve sevgilisi çoktan gitmişlerdi. Caddedeki tüm sesler susmuş, renkler solmuş ne közde mısırın ne kızarmış kestanenin kokusu kalmıştı. Kar yağmıyordu artık ve İstiklâl çok uzaktı. Bir süre gözlerini kısarak ekrana baktı, bekledi. Hayır, kimseler yoktu!
Çalışma masasından kalkarak aynanın karşısına geçti. Üzerindeki eşofmanları çıkardıktan sonra özenle katlayarak, kirli sepetinin üzerine bıraktı. Yazın aldığı beyaz, şifon elbiseyi giydi. En sevdiği parfümü boynuna ve avuç içlerine sıktı. Saç diplerini acıtan tokadan kurtulup, başını sağa sola salladı. İri taşlı küpelerini taktı. Hafif bir müzik açarak masanın başına yeniden geçti. Yazmak için tüm yapabilecekleri bunlardı.

Karaköy’den Kadıköy’e geçen son vapura yetişmişlerdi. İkisi de çok severdi vapur yolculuğunu. Çoğu zaman arabayı kullanmaz, kadının Kadıköy’deki evine gitmek için vapuru tercih ederlerdi.

Tüm sessizliği yırtan bir telâşla çaldı kapının zili. Kargo görevlisi gelmişti. Kadının sipariş ettiği kitaplardı bunlar, keşke etmeseydi!
Zili duyan çocuk korkmuştu, ağlamaya başladı. Yeniden uykuya dalabilmesi için annesi uzandı yanına, saçlarını okşadı. Elleriyle gözlerini kapatarak, bildiği tüm ninnileri fısıldadı. Çocuk, yeniden uyuyamadı.
Karınlarını doyurduktan sonra, yeniden masanın başına oturdu kadın. Çocuk, bir lunaparkı andıran müzikli oyuncağıyla neşeyle oynayamaya başlamıştı.
“Dın, dın, dın… Dın, dın, tıss… Dın, dın, dınnn…”
Kadın, çoğu zaman olduğu gibi yine tüm yazdıklarını silerek, en baştan yazmaya başladı.

Genç kadın, tuvalinin başında çalışan sevgilisine öfkeyle seslendi:
“Artık şu resmi bırakıp bana bakar mısın?”
“Evet, söyle. Dinliyorum seni.”
Genç kadın, elindeki dergiyi sigara izmaritleriyle dolu küllüklerin yanına bıraktı, sevgilisinin yanına yürüdü. Onu çenesinden kavrayarak, yüzünü hafifçe kendine doğru çevirdi.
“Benimle konuşurken, bana bak! Yüzüme, gözlerime bak! Anlıyor musun?”

“Dın, dın, tıs… Dın, tısss…”

“Bakmazsam ne olacak? Çeker misin elini!”
“Bunu sana kaç kere söyledim! Benimle konuşurken yüzüme bakmanı defalarca rica ettim.”

“Dın, dın… Dın, tısss…”

Kadın, masanın üzerinde duran boya şişelerini alarak, tamamlanmak üzere olan resmin üzerine savurdu.
“Resimlerin de bir boka benzemiyor zaten! Anla bunu artık, tamam mı? Boş yere uğraşıp duruyorsun. Hepsi zaman kaybı! Beş para etmez hiçbiri!”
“Defol git buradan, hemen git!”
Atölyeden koşarak uzaklaşan genç kadın, ellerindeki poşetleri ağızlarına götürerek soluyan adamların ve çorapları kaçmış, makyajları akmış fahişelerin arasından geçerek, karanlık sokaklarda kayboldu.

“Anne!”
“Hıım?”
“Neden öyle sinirli hmm dedin?”
“Sinirli değilim, söyle.”
“Bunun pili bitmiş. Pil var mı?”
Kadın, tüm yazdıklarını yeniden sildi. Bir boka benzemiyordu zaten yazdıkları! Müziğini, ritmini, akışını duyamadığı metinler karşısında dirilmiyor, yan yana dizdiği harfler bıraksa yıkılacak, yitip gidecek ölü bir bedenden öteye geçemiyordu.
Virginia yazmıştı tüm yazılacakları. Dostoyevski, Tolstoy söylemişti söylenecekleri. Tanpınar tamamlamıştı eksik cümleleri, Sait Faik bitirmişti tüm öyküleri. Tüm hayaller kurulmuş, tüm gerçekler, gerçekdışılar, iç sesler, dış sesler, bilinç akışları… Hepsi, hepsi çoktan denenmişti! Daha fazla ne söyleyebilirdi ki?
Belki de kalkmalıyım artık. Şimdilik böyle kalsın bu metin. Buna da bir başlık uydurup, diğerlerinin arasına atarım belki. Boşa vakit kaybı! Demişti annem, vakit kaybıydı işte! Haklıydı! O zaten hep haklı…
Belki de bu aptal yazıyla uğraşmak yerine, fırının yağlı düğmelerini temizlemeliydim çoktan. Kulak çubuğuyla nasıl da parlıyor o paslı aralıklar. En temiz görünen yerlerden bile nasıl da çıkıyor cıvıklaşmış tortular. Off, bilmiyorum. Belki de şu saçlarımı boyatmalıyım artık ya da biraz kısaltmalı mı?
İstanbul’u özledim. En çok da İstiklâl’i ama şimdi görmeye tahammül edemediğim bu yeni halini değil, yirmi yıl evvelini.
“Kızlar İstiklâl’e gider mi?” derdi annem.
Oysa o, ne güzel resimler çizerdi.

Yorum bırakın