Otomat bir kez daha kapanıyor. Yöneticiye söylemeli, zaman aralıklarını uzatmak lazım. İki basamakta sönüyor. Kolumu kaldırıyorum. “Beyaza boyamayalım,” demiştim. İki kutu boyayla zor kapamıştık. Alttan alttan sırıtıyor işte. Bok sarısı. Eve geldiğinde beni görünce şaşırır mı? Sürpriz yapmayalı ne çok zaman geçti. Konuşmayalı. Önce cümlelerimizin arası uzadı. Bedenlerimizin, dudaklarımızın, ellerimizin sonra. Zile basmıyorum. Bond çantamdan anahtarı çıkarıyorum el yordamıyla. Kolumu yeniden kaldırıyorum. Anahtarı kilide sokuyorum. “Hülya, haydi ama,” diyor aynı anda bir erkek. İçeride. Sessizce çevirmeye çalışıyorum. Diğer tarafta da anahtar takılı olmalı. Hülya, haydi ama. Anahtarı çekip cebime koyuyorum. Kulaklarımda başlayan uğultu bir anda tüm kafatasımı dolduruyor. Çelik kasaya tutunarak taş merdivene bırakıyorum kendimi. Boktan bir gün olacağı belliydi. Önce bankanın lağımı. Şimdi. Mutfakta Hülya. Aramızda hepi topu bir duvar, omzumu dayadığım. “Bitmek üzere,” diye bağırıyor. Neşeli sesi. Ne zamandır duymadığım kadar hem de. Topuklu terliklerini giymiş. Adımlarının arası çok kısa. Tıkır tıkır. Dolap kapaklarını açıyor, kapıyor. Çekmeceleri açıyor, kapıyor. Şarkı söylüyor bir yandan da. Kulağımı dayıyorum soğuk duvara. “Misafir ol, gel bana. Börekler açayım sana.” Topuk sesleri uzaklaşıyor. Tanıdığım biri mi acaba? Zihnime onlarca erkek görüntüsü doluşuyor. Saçlarına dokunuyorlar. Boynuna, dudaklarına. Yüreğim burkuluyor. Karnım ağrıyor. Hangisi olduğunu bulmaya çalışıyor bilincim. Duyduğum sesi tanıdığım ağızlarla eşleştirmeye çalışıyorum. Bilinçaltım kurguladığı sahneleri seriyor gözümün önüne. Midem bulanıyor. Aceleyle cep telefonumu çıkarıyorum çantamdan. Derya biliyor olmalı kim olduğunu. Arasam mı, mesaj mı atsam? Konuşurken duyabilirler. Niye korkuyorum ki, duyarlarsa duysunlar. Sen ne yapacağına karar verdin mi oğlum? Nasıl yani, aynı evde bir şeyden haberim yokmuş gibi yaşamaya devam mı edeceğim? Hülya’yı kaybetmeye razı mısın? Kaybetmedim mi? Yanlışından döndürebilirim. Eskisi gibi olabiliriz. Eskisi gibi. Gibi. Eskisi değil yani. “Gibi”si. Benzeri, taklidi. Aynısı değil. Hülya kahkaha atıyor, içeride. Alyansım parmağımı sıkıyor. Onunki parmağında mı acaba? Gıcırdayarak açılıyor içeride bir kapı. “Sabahın köründe uyanıyorum senin yüzünden. Yağlasana şunu,” diyor Hülya. Her sabah dediği tonda. Öfkeli değil. Azarlamıyor. O tonda başka bir duygu var. Evet. İğrenme. Nefes alamıyorum. Kravatımı gevşeterek kalkıyorum taş basamaktan. Otomat yanıyor. Eskimiş taşların üzerindeki siyah kahve desenler birleşerek büyüyorlar. Süre doluyor, zifiri karanlık kaplıyor merdiven boşluğunu. Ritmik yay sesleri. Buradan duyuyor olamam. Zile bas. Bir son ver şu saçmalığa. Nasıl bir erkeksin sen? Çak herifin suratına okkalısından bir yumruk. Hiç yumruk atmadım ki ben. Ya o beni sererse yere. Hem karımı becersin, hem de beni. İyice küçülemem gözünde. Çıkmalıyım buradan. Görmedim, duymadım, bilmiyorum. Gibisi için de olsa uğraşmalıyım. Hâlâ bu evde olduğuna göre o da benden vazgeçmemiş. Başka bir herifin altında ama. Belki de üstünde. Siktir. Apartman kapısı açılıyor. Tam zamanı. Siktir. Asansörle çıkar belki. Çabuk olursam karşılaşmam. Hızla basamakları inmeye başlıyorum. Otomat yanıyor. Rüstem’le burun buruna geliyoruz. Siktir, siktir, siktir.
“Ooo, İlhan Bey, bu saatte gelir miydiniz siz?”
“Gelmiyorum, gidiyorum.”
“Yağmur başladı, fena yağıyor. Hiç çıkmayın valla.”
“Anahtarımı evde unutmuşum. Hülya’yı bekleyeceğim.”
“Yenge işe gitmedi ki bugün. Misafiri var herhal.” Elindeki poşeti bizim kapıya takarken, “Zile basma, dediydi,” diye ekliyor. Alttan alttan sırıtıyor. Gözleri çipil çipil. Bok sarısı. Her boktan haberi var.
“Basma dediyse basma sen de,” diyorum.
İkişer ikişer iniyorum basamakları. Siyah demir kapıdan koşarak çıkıyorum. Arnavut taşlı sokakta sağanağın altında kalakalıyorum. Soluma dönüyorum. Pazar kurulu hâlâ. Elleri kolları poşetlerle dolu insanlar sağa sola koşuşuyor. Kalabalığa karışmak istemiyorum. Sağıma dönüyorum. Apartmanımızın karşısındaki kahve çarpıyor gözüme. Işık Kıraathanesi. Ağır adımlarla giriyorum içeri. Gazete, dergi filan yok ortalıkta. Bildiğin kahvehane. Oturan üç beş kişiye başımla selâm veriyorum. Hiçbirinin kıraatin de kıraathanenin de ne demek olduğunu bildiğini sanmıyorum. Apartman kapısını görecek şekilde oturuyorum derisi pul pul olmuş bordo sandalyeye. Çay ocağına dönüp bir kahve söylüyorum, “Okkalı olsun,” diyorum. Göğsümün ortasına oturan taş canımı acıtıyor. Kahveci, geleceğimi de, ne sipariş vereceğimi de önceden biliyormuş da hazırda bekliyormuş gibi getiriveriyor, bordo kadifeden oyun örtüsünün üstüne bırakıyor irice fincanı. Bol köpüklü. Koca bir yudum alıyorum. Ağzım, genzim, içim yanıyor. Gözümden yaşlar boşalıyor. Camekandan birbirlerine eklenerek süzülüyorlar. Apartman da, okkalı siyah kapısı da damlaların arkasında uzaklaşıyor. Önce siyah takım elbisemle ben çıkıyorum geri adımlarımla. Sonra beyaz gelinliğiyle Hülya. Geri sarıyor filmi zihnim. Önce nikah memuruna “Evet,” diyor Hülya, daha önce de bana. Önce ilk kez sevişiyoruz bir arkadaş evinde. Daha önce de öpüşüyoruz bir korulukta gizlice. Kahvem bitiyor. Fincanı kendime doğru kapatıyorum. “Bakayım falcağzınıza,” diyor çingene bir kadın korulukta. Çok mutlu olacakmışız. Öyle diyor. Apartmanın kapısı açılıyor. Bir adam çıkıyor kapıdan. Hülya perdeyi aralıyor, misafirine el sallıyor. Adam telaşla sağına soluna bakıp şemsiyesini açıyor. Kahvenin önünden geçerken göz göze geliyoruz. Tanımıyorum.
Duru bir anlatım. Öykü durumun içinde kalınarak anlatıldığı için rahat okunuyor. Karakterin sahiciliği iyi yansıtılmış. Öyküdeki sadelik ve ritim yazarın metne ne denli emek verdiğini gösteriyor.