“Sen annen gibi olma e mi kuzum? ‘Aşk aşk’ diye beş para etmez bir adama tutulup kalma sakın. Akıllı kızsın sen. Okuyacaksın. Yüksek yüksek okulları bitireceksin. Önce ekmeğini al eline. Sonra bakarsın, ‘Yanıma kim yaraşır’ diye. Kocanın insafına muhtaç olma. Unutma bu söylediklerimi. Hadi şimdi şu elbiseyi sekiz numaradaki Hale Hanım’a götür bakalım.”
Unutmadı Yaren. Ne bunu, ne de anneannesinin başka sözünü. Durduk yerde gelirdi öğütleri. Sayıklar gibi fısıldardı işlerinin arasında. Konuşmasının önü sonu olmazdı. Bir yanıt da beklemezdi. Teklifsizce söyler geçerdi. Tek çizgi vurulmamış bomboş bir sayfa olunca, Yaren’in lügatında her mesaja bir ömürlük yer vardı. Kilidi yuvasında çevirerek içeri girdi. Duvar kenarındaki muşamba ayakkabılığın önünde durdu. Yorulmuştu dışarıda. Terliğini ayağına geçirip paltosunu askıya astı.
Salondaki döşekte derin uykusundaydı Ayşe Sultan. Sabah ıslandığını fark edince altından çekip aldığı nevresim, merasime yetişmek için odadan aceleyle çıkarken bıraktığı yerdeydi. Bunu görmek bile Yaren’e iyi geldi. Yanına gitti, çarşafı kaldırıp elinde tuttu. Gözleri bayram etti. Grileşip ezilmiş, eskimiş, ekşimiş çarşafı silkeleyerek havalandırdı. Odaya anında buram buram anneanne koynu kokusunu yayıldı. Mayhoş esansı ciğerlerine çekti.
Herkes dışarıda kaldı, oracıkta sadece Yaren ve anneannesi. Rahatladı, omuzları gevşedi. Perşembe pazarının uğultusu doldu kulaklarına. Gülüverdi.
“Niye saklanmış o kadın anneanne?”
“Kim saklanmış kızım, nereye saklanmış?”
“Kara örtünün altına girmiş baksana şu teyze.”
“Ha o mu? Allah iyiliğini versin. Saklanmamış. Çarşaf o güzel kızım.”
“Çarşaf yatağa konur.”
“Akıllı kızım benim, aferin sana. Bazıları yatağa serilir, bazıları giyilir. Biz nasıl elbise giyiyoruz, o da çarşaf giyinmiş işte.”
“Elbisesi mi kalmamış?”
“Dur sen rahat etmeyeceksin tam anlamadan, gel göstereyim ben sana.”
Kadının yanına kadar gidip torununun merak ettiğini söyleyerek iznini istedi. Şaşkın bakışları anlayışa döndü kadının. Terziliğin verdiği tecrübeyle kollarını yukarı aşağı hareket ettirerek tane tane anlattı.
“İki parçadan oluşur çarşaf. Bak bu lastikli kısım etek gibi, kıyafetinin üzerine geçiriyor. Bu kısma başını sokup üzerine giyiyor, anladın mı kızım?”
Kadına teşekkür edip alışverişe devam etmişlerdi. Yaren pazar gezmesini çok sevse de çırpı bacakları çabucak yorulurdu. Dönüş yolunda küfeci tutardı anneannesi. Karpuzların üzerine Yaren’i oturturdu. Küfenin kenarlarına sıkı sıkı yapışarak etrafını izlerken, adam yokuşu ağır ağır tırmanırdı. Eve vardıklarında Yaren koşarak içeri geçer, küfecinin yuvarladığı karpuzları tutup tek tek sedirin altına yerleştirirdi. Keşke şimdi de olsaydı küfeciler, anneannesini biraz olsun etrafta gezdirebilseydi.
Karpuz mevsimine ne kalmıştı ki zaten şunun şurasında? Anneannesinin yüzünü yakından inceledi. Tanıdık bir mimik aradı. Mesela şefkat. Çocukluğu boyunca daracık döşekte dip dibe yatmışlardı. Bir kocaman kadın ve uykusunun kabuslu çıkmazlarında altına kaçıran o küçücük çocuk. Sıcak gecelerde sırtına sarılır, soğuklarda göğsüne sokulurdu anneannesinin. Yatmadan önce çıkardığı tülbentinden kurtulan uzun karlı saçları keçe yastığa yayılmış olurdu. Yeryüzünün tüm canavarlarından onu koruyabilecek kadar heybetliydi o. Gülümsediğinde görünen dişsiz ağzıyla öperdi alnından. Yanağını okşayarak hikâyeler anlatırdı. Okuma yazmayı bilseydi bile, daha güzel bir kitap bulup okuyamazdı. Masalın ta kendisiydi anneannesi. Kokusuna tutunup uyuyakalırdı.
Kâbuslar sadece geceye ait değildi o günlerde. Bir gün, babası hapisten yeni çıkmış, onu bulmaya gelmişti. Kapıyı açıp onu eşikte gördüğü anda zangır zangır titreyerek altına kaçırmıştı Yaren. Son seferinde olduğu gibi. Babasını elinde kanlı bıçağıyla annesinin baş ucunda gördüğü o gün. Annesi yerdeki kızıl gölde yüzmeyi bilmeden öylece yatarken. Yaren bıçakla göl yapılabileceğini o gün oracıkta öğrenmişti. Gölün insanı işetebileceğini de.
Ayşe Sultan damadının geldiğini anladığında koşarak mutfaktan fırlamıştı. Hapisten çıktığını duyduklarından beri tetikteydiler zaten. Yaren’i arkasına doğru itip ayaklarını taşlı zemine vura vura dışarı yürümüştü. Yerinde sallanarak birşeyler geveliyordu babası. Guguklu saatin guguksuz kuşu. Boğazına tek hamleyle dirseğini takıp canavarı nasıl da düz duvara asabilmişti anneannesi? İyice zayıflamıştı babası, kuruyup ufacık tefecik kara kuru bir tanecik kalmıştı. Bakışlarında acı ve pişmanlık var mıydı azıcık? Yoksa onlar Yaren’in bakışları mıydı?
Gözleri alev alev bağırıyordu anneannesi.
“Sana verecek bir kızım daha yok benim! Bir daha evime yaklaşırsan, şeytan çarpmıştan beter ederim seni.”
Babası üstünü başını düzeltip yürüyerek çekip gitmişti. Üstelemeden. Uzatmadan. Gök gürültüsünden korkan şimşekler gibi. Ölüm haberini ilkokulu bitirdiği gün aldılar. Hiç ağlamadılar. Kimseye bundan bahsetmediler. Bir daha da şimşek çakmadı.
Banyoya girdi Yaren. Çarşafı kirli sepetine attı. Sepet buna çok sevindi. Aynada kendi suratına dik dik baktı Yaren. Azraille bir konuşma başlattı. Evet biliyorum, ölüm Allah’ın emri. Vakit geçiyor. Yaşam bitiyor. Örselemeden alsan bari onu, öpüp okşayarak o karlı saçlarından. O zaman teslim ederim sana. Korkmam, söz.
Musluğu açıp lavaboda el bezini yıkadı. İyice sıkıp suyunu akıttı. Çağlayan dere gibi yaşadı anneannesi. Hesapsız kitapsız. Dert, korku bilmezdi. Dün yaşanan dünde kalır. Bugün bizim günümüz. Sarı Ana bereketi vardı onda. Elinde bir, bin olurdu. Gün ağarmadan kalkar, yatana kadar evin içinde dört dönerdi. Beş dakika bile ses kesilse kocaman açardı gözlerini Yaren, her şey yolunda mı diye kontrol edesi gelirdi. Makine hiç durmazdı.
Canımın sıkıldığını, kafamın karıştığını söylemeden anlardı. Ben de onu izlerdim çaktırmadan. Tığı nasıl tutar, yünü nasıl eğirir, şimşir tarakla saçlarını nasıl tarar, kurnada nasıl keselenir? Bazen dikiş makinesinin altına yerleşir, fil gibi şişmiş bacaklarına dayardım başımı. Saklanmak için sebebim çoktu.
Yaren anneannesinin yatağına, onun ayak ucuna oturdu. Hareketsiz ayaklarına baktı. Makine nicedir susmuştu. Kafasını eğip başını bacaklarına yasladı. Yorgun kaslarını dinledi. Çırpı bacaklı çocuk sese geldi, konuşmaya başladı.
“Öyle zor ki bu evin yakında sensiz olacağını düşünmek. Kalkıp yürüyemeyeceğini kabul etmek. Hayatın yine de devam edeceğine inanmak.”
Anneannesi gözlerini açmış, boşluğa bakıyordu. Yaren yerinde doğruldu. Şimşir tarağı torbasından çıkarıp saçlarını dikkatle taramaya başladı. Ayşe Sultan’ın saçları yastığın üzerine yayıldıkça yayıldı. Yüzüne doğru eğildi, gözlerinin taa içine baktı. Islak bezle boynunu silmeye başladı.
Kırışıklıklarının arasını özenle temizledi.
“Tüm emeklerine değdi anneanne. Biliyor musun, ben bugün üniversiteyi bitirdim. Bak, diploma verdiler bana. Ekmeğimi elime almaya hazırım artık. Ayaklarımın üzerinde de duracağım. Öğütlerini tutacağım bir bir.”
Eve dolan kış güneşi Ayşe Sultan’ın gözlerindeki ela hareleri iyice parlatırken bakışları duvarda asılı kızının resmine döndü. Güneş resmin üzerinde sebepsiz ışık oyunlarına neden oluyordu. Yaren anneannesinin boynuna başını gömdü, usulca koynuna sokuldu.