Asansörün kapısı ufak bir uyarı sesiyle açıldı. Kendimi birden buraya ait değilmiş gibi hissettim. Sanki birine ya da bir yere daha önce ait olmuşum gibi. Binadan ayrıldığımda yukarı doğru baktım ve benden katbekat büyük, dizilerde görülebilecek türden bir plazanın gözünü hissettim üzerimde.
Hiçbir önemim yokmuş gibiydi ve plaza sanki benimle konuşuyordu. “Binanın dışına çıkan kimsenin bir önemi yok zaten,” diyordu. Kariyer denilen şey bir yanılsama mı? Toplumdaki orta gelirlileri oyalayacak kapitalist bir kavram. Bana göre olmadığını söylüyordu beynim, sanki bu sistemden kurtulabilecekmişcesine büyüttü fikirlerimi. Sahi, bu sistemden kurtulmak mümkün müydü?
Sistemden kaçmak için yapılacaklar listesi, dedi beyaz yakalı: Yoga. Gidelim bakalım, dedim içimden. Yaşadıklarımızdan kaçmak için kısa bir mola dedi hoca, o bilerek minimalize edilmiş, tavanı kocaman salonun içinde. Neden her şey bu denli büyüktü bu şehirde? Bizim yerimizi bildirmek için olduğu kesin. Sormak istedim: Madem kaçmak istiyorduk tüm bu olanlardan, neden ebediyen yapmıyoruz bunu? Ne hissettiğimi bilemeden ayrıldım salondan.
Büyük şehirlerin handikabıdır toplu taşıma. İnsanı sorgulattırır. Ama yeterince yapmadığından emin olur. Çünkü ertesi gün hayatta kalmanın tek yolunun bu döngü olduğuna inandırmıştır seni.
Birden çok sinirlendim kendime, herkese. Bağırdım metroda sigara içen adama, köyünde değilsin diyerek. Sonrasında yanıma oturan Rus çiftle atışmaya başladım içimden. Sorguladım içlerinde acıma duygusu kalmış mı diye. Güldüklerine göre kalmamıştı. Bu dünyadaki tüm suçları attım başkalarına, üzerimden hem bir yük kalktı hem de ağırlığınca yeni bir yük oturdu. Ya o çok sevdiğimiz karanlık yeraltı edebiyatı karakterlerinden olup dünyayı kötülüğümle, nefretimle temizleneceğini düşünecektim ya da hiçbir şey yapmadan o nefretle kendimi bitirecektim.
Halbuki yogadan çıkmıştım, nefretin yerini sevginin alması gerekmez miydi? Binlerce yıllık gelenek modern insana uymuyor artık sanırım. Yoganın içinde oluşturduğu sevgi metrodaki acınası kadının Baltalimanı Kemik Hastanesi’nde tedavi gören çocuğuna yardım etmeni sağlamıyor artık. Binlerce belgesel, kitap, psikolog, bilim insanı century of self diye tanımlıyor yaşadığımız dönemi. Yani bencillikler yüzyılı. Hani “eline, beline, diline sahip ol” dünyayı düzeltecekti?
Korkuyorduk belki de atalarımıza benzemekten. Kendimize açtığımız savaşı kaybetmekten. Korkuydu belli ki tüm savaşların sebebi. Sevmediğin o şehirdeki, sevmediğin işe her gün gidip gelmek. Her gün savaşmak ve vazgeçmemek için sebepler bulmak. Belki savaşı bırakmaktı kazanmak, hiç denedik mi ki? Belki de bir dağdadır hakikatin ta kendisi, sen elinde sazınla dolaşırken. Bir gün hocam şöyle demişti: “Asıl savaş her gün bu toplumda yaşarken devam edebilmek. Çoğumuz bir dağda kolayca keşiş olabiliriz.” Bu söz beni günlerce düşündürmüştü.
Topluma ihtiyaç duyan ama toplumun uğruna çürüyebilecek çok hücreli canlılarmışız. O zaman neden izlettiniz bize “Into the Wild”ları, “Captain Fantastic”leri? Sanki iki seçim sunulmuş ve sonuç çoktan belirlenmiş gibi. Ama emin olabilirsiniz, toplum sizsiz de hayatta kalacak, tıpkı Eddie Vedder’ın söylediği gibi.
“Society, you’re a crazy breed. I hope you’re not lonely without me.”*
*“Toplum, sen çılgın bir cinssin. Umarım bensiz yalnız değilsindir.