Benim annem bir balıktı. Sonsuz mavilikler içindeki küçük bir balık. Ne zaman acı çeksem ya da çok mutlu hissetsem sonsuzluğa koşardım bir avare gibi bu yüzden.
Her bir dalga benim bu acı bazen de umutlarla dolu yazgımı uzaklara taşırdı sanki. Ne gülünç! İnsan yazgısından kaçamaz ki! Ben kaçabilir sanmıştım, çok ama çok sonra anladım. Ağlarken bir kayanın dibinde ya da umutla bakarken İstanbul’un iki yakası arasından dalgalı denize, annem daha da dibe batarmış benim duygularımla birlikte. Ben kuş olup özgürlüğe kanat çırpmak isterken göğün sonsuz maviliğinde, o kaybolurmuş yerin uçsuz bucaksız derinliğinde. Gençtim. Fark edemedim.
Benim annem bir balıktı ve benim akıttığım gözyaşlarımda onun can suyu vardı. Yanlış anlamayın beni, ben gözyaşı döktükçe annem daha da can bulmazdı. O küçük bir balıktı. Benim yaşadıklarımı görünce koca bir denizin yükünü sırtına alır, her şeyimi uçsuz bucaksız diyarlara taşırdı. Deniz bazen durgun, bazen fazlasıyla hırçın ve dalgalıydı. Kimi gün dağlar ardından aralanırdı güneş, kimi günse ay ışığı bir tül gibi serilirdi üstüne. Her gün şahidiydi binlerce bakışın, gülüşün ve birbirine hiç benzemeyen silüetler ardında gizli seslerin.
Sonsuzluğunda kaybolmayı dileyenler de vardı, akıttığı yaşlarda bir denizde boğulur gibi boğulanlar da. Benim hislerimi kimseye duyuramadığım seslerimi, annem duyarmış oralarda meğer. Ben anlamıyor ya da hiç duymuyor sanırdım. Anlamış oysa. Ben dik durdukça o sırtlanmış tüm sesleri, hatıraları, acısında bir küçük umut arayanları. Sırtlanabilmiş o küçücük bedeniyle sınırsız sularda, benim dik duruşum anneme nefesmiş oralarda. Peki ya ben duruşumda dik olmayı başaramayınca? O gün o da ölmüş!
Benim annem bir balıktı. Sonsuzlukta kaybolunca anladım. Gençtim ama körelmiştim bu yüzden, geç fark ettim. Benim annem bir balıktı, öldüğü gece ben sonsuzlukta kaybolmak ne demekmiş öğrendim…