Üstün Cesaret ve Feragat

I.
 Geveze bir kuşun, sabahı yırtan yeknesak çığlığına uyandı. Gözkapakları hafifçe aralandı. Yatağında kımıldadı. Gelincik tarlasında kırmızıya kesmiş rüyası yarım kaldı. Bir sürü hatıra tarafından işgal edilmiş zihnini toparlamaya çabaladı. Güneşin parlak ve huysuz ışınları tozlu tül perdenin delikleri arasından içeri girmeye çalışıyordu. Görülmemiş bir sıcaklık… Ter içerisindeydi, havada ekşimsi bir koku. Susadığını hissetti. Dışarıda bir tomurcuk çatırdadı, bir kelebek uçtu, bir arı vızıldadı. Duydu bahar yüklü doğanın bütün sesini. Feri kaçmış kahverengi gözlerini mecalsizce odanın duvarlarında gezdirdi. Zamanı tek başına yiyip tüketmiş duvar saatine, kenarı kirlenmiş masaya ve üstünde kireç tutmuş sürahiye baktı. Bakışları son olarak duvarda asılı kenarları sarı simli çerçevede sevimli üç afacanın yüzüne değdi. Aniden heyecanlandı. Ardından bakışları çerçevenin hemen yanında asılı kırmızı beyaz kurdeleli parlak metal parıltıda sabitlendi. Sıcaklığını içinde hissetti: Üstün cesaret ve feragat!

 Kalbi sıkıştı. Ağzı kuruydu. Çatlamış dudaklarını yaladı. Gözleri yuvalarında döndü durdu. Dişsiz açık ağzı, büzüşük dudaklarıyla dipsiz, karanlık, korkunç bir mağarayı andırıyordu. Başını hafifçe yana eğdi, el yordamı ile gözlüklerini aradı, hayalleri gibi ulaşılamayacak kadar uzak. Zihni de eskisi kadar berrak değildi, gelip giden parça parça anılar aklında. Yedi yaşında henüz, güneşli bir gün, çapadan dönmüş yorgun annesinin onu göğsüne bastırıp mıncıkladığı zamanlar, nemli memeleri hâlâ sıcak, koltuk altları ter kokuyor… Derinlere gizlenmiş unutulmaz hatıralar zihninde geçit yaparken son bir çaba ile yatağında döndü. Rahat değildi, her yerine batan ince ince kıymıklar… Emanet bedeninin çektiği bu eziyetlerin ruhunu rahatlatacağını umdu. Başında bir zonklama, damağında bakır pası tadıyla uyanmıştı. Gözü, güneş değdikçe şavkıyıp odaya ışık saçan duvardaki kırmızı beyaz kurdeleli nesneye yöneldi. Buruşuk alnını mecalsizce ovuşturup kaşıdı. Enine çizgili kahverengi battaniyeyi zorlukla açtı. Galaksideki yıldızlar kadar sayısız toz zerresi güneş ışınlarının huzmesinde odaya saçıldı. Sırtında ağrılarla biraz doğrulmaya yeltendi, çabaladı ancak başaramadı. Yüzüne acı ve ıstırabın ortak ifadesi yapıştı. Bağırmak, görevliye seslenmek istedi. Nafile, sesi de çıkmıyor artık. Dudakları acıyla karışık bir gülümsemeyle fısıldadı: Üstün cesaret ve feragat!

 Biraz ümit. Bakışları tekrar duvardaki çerçeveye takıldı. Onu, hayata bağlayan torunların boncuk gibi ışıldayan neşe dolu gözlerine, tasasız güleç yüzlerine, parlak dişlerine baktı. Artık gelmiyorlar. Kara lekeler bürümüş, yeşil damarlı çirkin ellerini kimse öpmek istemiyordu. İnceden bir sızı yürüdü yüreğine. Zaten hırpalanmış ruhunu yeterince yoran bu karamsar düşünceden kolaylıkla vazgeçti. Gözlerini güçlükle pencereye yöneltti. Göremiyor ama hissediyor. Kuş hâlâ orada. Serseri bir bulut hızla güneşi örttü. Ortalık aniden karardı. Terk edilmişlik duygusu, umutsuz ruhunu iyice ezdi. Zihninde saklanmış hatıralar karanlık sisler arasından bir bir ortaya çıktı. Bedeni kıpırdamadı ama özgür düşünceleri kendinden firar etti. Kaygılı nefesini gönül rahatlığı ile gökyüzüne salarken ciğerini hava ile yeniden dolduran derin bir nefes aldı. Azıcık cesaret!.. Onda var mı? Yapraksız çıplak ağaçlardan boşluğa bıraktı düşüncelerini, kuş gibi hafifledi. Hatıralarında yapacağı bu son gezintiyi iyi değerlendirmeli. Şimdi zihni berrak, bir düşünceden ötekine rahatlıkla geçiyordu. Nesrin’i, çocukları, torunları ve duvarda asılı kırmızı beyaz kurdeleli madalyası sisler arasından sıyrılınca yıllar öncesi gözlerinin önüne serildi…

 

II.
 Şark yolu Karakurt’ta ikiye ayrılır. Şimale giden Kars’a, Cenuba giden Kağızman’a, Iğdır’a varır. Senenin çoğu vakitleri kar kış geçit vermez. Bir tek yaz mevsiminde doğru dürüst açıktır ki işte sadece o vakitler yapılırdı askeri intikaller.

 Ağustosun ortası… Güneş tepeye yükseldi, gölgeler kısaldı. Arılar çoğalmaya, uğultuları yükselmeye başladı. Az önce uzun bir askeri konvoy tozlu yoldan geçerken yolun biraz uzağındaki düzlükte balcının çadırına saklanmış iki terörist tedirgindi. Tankın, topun, askeri araçların korkunç gürültüsü, tozu toprağı geçince ortalık biraz sakinledi. Balcının eli ayağı bağlı… Teröristlerden biri çadırın örtmesini hafifçe araladı. Başını usulca çadırdan çıkarıp etrafa korkuyla karışık bir Afgan bakışı fırlattı. Geçen askeri araçların ardından kaygılı gözlerle uzun uzun sessizliği kolaçan etti. Tam çadırdan çıkmaya yeltendiklerinde uzaktan bir gürültü… Başka bir askeri kamyon gelip yol kıyısında durdu. Üzerinde kocaman bir kepçe taşıyan kamyon masallardaki korkunç canavarlara benziyordu. Gözetleyen gözlerde panik… Ancak kaçmak için artık çok geçti.

 Uzun yol, havanın sıcaklığı ve kamyonun motor gürültüsü tır sürücüsü istihkâmcıyı canından bezdirmişti. Üstüne üstlük konvoyun çok gerisinde kalmıştı. Kamyon, kasasında yüklü ağır iş makinesiyle yavaş yol alıyor, ağır ağır çıktığı rampalarda arkasında kara tren gibi kara duman salıyordu. Yokuşlar bitip virajlar tükenince Karakurt düzlüğüne indi. Ova bir anda gelinciğe kesti. Sarıya sevdalı delinin fırçası manzarayı görse, tuvali de delirir kırmızıya dönerdi. Kamyonu gibi kendisi de rahat bir nefes aldı. Gelincik tarlasının ortasında seksen üç depreminden kalma bir çadır… Mahyası yamuk, bezi virane, uzaktan köhne bir köy evini andıran çadırın üzerindeki hilâl yer yer soluk görünse de hâlâ ihtişamını koruyor. Çadırı görünce iştahı kabardı istihkâmcının. Taze balın tadı ve kokusu uzaktan duyuldu. Balcı ortalarda görünmüyor ama kovanlar sıra sıra dizili. Gözleri parlarken frene bastı aniden. Toz toprak havalandı. Koca kamyon gürültüyle durdu. Doğa aniden sessizliğe büründü. Bir tek badem ağacında bir kuş ilginç sesiyle durmaksızın ötüyordu.

 Çadırdaki teröristler baskın yediklerini düşünüp panikledi. Tüfeklerin kurma kolunu çekip mermiyi namluya sürdüler. Demek konvoy yeterince uzaklaşmamıştı. Yol kenarında duran askeri kamyonu korkuyla izlemeye aldılar. Çadırın içindeki gölgede artan sessizliği arı vızıltıları bozuyordu. Her şeyden habersiz istihkâmcı kamyondan indi, yönünü çadıra verip yürüdü. Yüreğinde bin bir hasret, elinde makinalı tabanca, aklında bir petek bal… Tek gayesi birazcık bal alıp konvoya yetişmekti. Ortalık sakin. Elini kolunu sallaya sallaya korkusuzca ilerlerken çadırda onu gözleyen iki teröristten habersizdi. Bu kadar cesaretle yaklaştığına göre bu asker yalnız olamazdı. Teröristler şaşkın ve çaresiz, az önce geçen konvoy etraflarını sarmıştı zahir. Korkup aniden çadırdan çıktılar, kısa süren bir sessizlik. Karşılıklı şaşkın bakışlar… Sadece ağaçtaki kuş ilginç sesiyle çığlık çığlığa ötüyor, kuşun yeknesak sesi bütün ovaya yayılıyordu. Ellerde silah karşılıklı bekleşirken istihkâmcı gayri ihtiyarı bağırdı. “Eller yukarı!”

 Korku ve şaşkın bakışlar altında aniden silahlarını yere atıp teslim oldu teröristler. Balcıdan alınan iple bağlandılar. Esaretten kurtulan balcının hayır duaları arasında alınan bir petek balla yola düştüğünde şimdi kamyonun üzerindeki kepçede elleri ayakları bağlı iki terörist yan yana oturuyordu.
Ovaya güzel bir ikindi iniyor. Horasan kırsalında, ıssız karakolun kapısında askeri kamyon gürültüyle durdu. Üzerinde yüklü iş makinasının kepçesinde iki azılı. Günlerden pazar, hava sıcak… Herkesin tam gevşediği vakitler. Karakol acil bir çağrıyla yankılanırken ortalık birdenbire karıştı. Herkes bir yöne koşuşturdu. Bir istihkâmcı kepçesinde iki teröristle kapıda… İntikal halindeki konvoydan geri kalmış ve yakaladığı teröristleri teslim edecek askeri birlik arıyordu.

“Ne?” “Terörist mi?”
“Sen mi yakaladın?”
“Tek başına mı?”
“Nerede?”
“Nasıl?”

 “Terörist” lafıyla ortalık aniden gerildi. Nöbetçi subaylar ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Karakol komutanı şaşkınlığından neredeyse küçük dilini yutacak. “Hani neredeler?”

 İstihkâmcı rahat ve umursamazdı: “Kamyonda.” Ana yol kenarında park etmiş kamyonun üstündeki kepçeyi eliyle gösterdi. “İkisine yer yoktu, ben de kepçenin içine koydum.”

 İki terörist; hem de canlı… Gözlerine inanamadılar. Çatışma dahi olmadan tek başına yakalamış. Elleri ayakları bağlı teröristler kepçede uslu uslu oturuyor. Şaşkınlık, hayret ve sevinç duyguları arasında alaya, tugaya, kolorduya telefonlar edildi, telsiz anonsları geçildi. Teröristlerin yakalandığı haberi tüm kolorduya yayıldı. İstihbaratçılar, inzibatlar karakola doğru çoktan yola çıkmışlardı.

III.
 Huzurevine güzel bir yaz öğlesi inerken güneş ışınları odayı iyice kapladı. Penceredeki kuş hiç susmadı. Duvardaki çerçeveye gözleri kaydı yeniden. Torunlardan hangisinin hangisi olduğunu karıştırdı. Şu küçük afacan emzikli olanı, kızının mı yoksa oğlunun mu? Odanın uzak bir köşesinde kapı kenarındaki masaya yakın oturmuştu bir görevli, elinde kalem bir şeyler yazıyor. Bir diğerini kirli sedye üzerine beyaz bezler sererken gördü. Yalnızlıktan kurtulmanın sevincini yüreğinin derinliklerinde hissederek başını o yana çevirmek istedi. Yüzünün derinleşmiş kırışıklıklarında kaybolmuş gözleri belki son kez ışıldadı. Kendi nefes alışını bile duyduğu can sıkıcı sessizlikten nihayet kurtulacak. Gizli hayranlığını açığa çıkartmış olmanın rahatlığı ve mutluluğu ile yanına yaklaşan somurtkan görevliye sevgi ile baktı. Eski birer zaman köprüsüne benzer vakur ancak harabeye dönmüş gibi duran uzun kırlaşmış kaşlarından birini zorlukla oynatarak göz ucuyla duvardaki parlaklığı işaret etti. Üstün cesaret ve feragat!

 Hatırasına yerleşmiş durmadan çoğalan anılar canlanınca yüzünde hasret ve özlemle karışık bir ifade belirdi. Nefes alışı hızlandı, derin bir iç çekti. Kelimeler zihninde boğuştu ama hırıltılı sesi kelimeye dönüşmedi. Yaşlı istihkâmcı sadece titiz ve disiplinli insanlarda görülen bir ciddiyetle o günleri adeta yeniden yaşar gibi anlatmaya çabaladı. Yüzünün kasları gerilip boşaldı. İfadesi çeşitli şekiller aldı, bazı istemsiz kasılmalar ve göz kapaklarındaki seğirme açıkça fark ediliyor, anlatmak istediği olayın heyecanına dayanamayan iri, kıllı kulaklarının bile arada kıpırdadığı oluyordu. Ama nafile, bir türlü sesi çıkmadı. Sadece kuşun sesi…

 Hevesle durup düşüncelerini dinlendirdi. Dikkat kesilip görevlinin onunla ilgilenip ilgilenmediğini merak etti. Güneş vurdukça duvarda parıldayan üstün cesaret ve feragatin korkunç sanılan komik hikâyesini anlatmak, yıllardır içini kemirip azap çektiren bu ucuz ve sahte kahramanlıktan bir an önce kurtulup ruhunu öyle teslim etmek istiyordu. İstihkâmcı, o gün cesaretin değil sadece bir petek balın peşindeydi. Rengini bir türlü hatırlayamadığı badem ağacına tünemiş kuş şahitti. Şimdi o kuş penceresinin önünde durmaksızın ötüyordu.

 Biraz bal almak için balcıyı silahla tehdit edip korkutarak eline ayağını bağlayan iki azılı terörist, çadır içindeyken bütün bu olup biteni; motorize taburun yoldan geçişini büyük bir heyecanla izlemişti. Etraflarının bir tabur asker tarafından sarıldığını düşünüp korkmaya başlamışlardı. Araçlar geçip gidince biraz rahatlamış ancak beş dakika kadar sonra konvoyun ardından gelen tırdan inen istihkâmcı, elinde makinalı tabanca ile çadıra doğru yönelince şaşırıp korkuya kapılmışlardı. Yaşlı istihkâmcının bu cesareti nereden aldığını anlamakta güçlük çekip etraflarının bir tabur asker tarafından sarıldığını düşünerek kendiliğinden çadırdan çıkmışlardı. İki teröristle aniden karşılaşınca şaşırmıştı istihkâmcı. Silahları önce kimin yere atacağı belli değil? Karşılıklı bu düşünceler uçuşurken çaresiz kalan teröristler teslim olup silahlarını atmışlardı.

 Ruhunda gizlenen ölüm şimdi bütün çıplaklığıyla karşısında… Saçları dağılmış, gözleri çökmüş, balmumu gibi donuk yüzene ölümün rengi çoktan inmişti. Artık dayanacak gücü kalmadı. Kalkmaya çabaladı. Üstün cesaret ve feragate son kez dokunmak, parlaklığını gözlerinde, sıcaklığını avuçlarında hissetmek istedi, başaramadı. Avuçlarını açıp uzun uzun yazgı çizgilerini inceledi; sonun geldiğini gösteriyorlar. Ansızın öksürüğe boğuldu. Gözünde gözlük, elinde örgüsüyle hemen yanı başındaymış gibi duran Nesrin’in uyarıları kulaklarında çınladı. “İçme artık şu zıkkımı, öldürecek seni bu meret!”

 Zaten saçlarına düşen akların, gözlerine inen süt rengi tabakanın, derisindeki buruşuklukların farkına vardığında içini sızlatan ölüm korkusu çoktan ruhunu esir almıştı. Ayaklarında bir karıncalanma başlayınca bedenine ani bir korku yayıldı. Ürperti omurgası üzerinde ilerledi. Göçüp gidecekti toprağa üryan. Tutunacak yeri kalmamıştı hayatın. Artık direnemiyor. İplik iplik sancılar bütün vücudunu sararken her tarafında dayanılmaz acılar. Başı, hafifçe yana düştü. Ölüm geldi mi? Fersiz gözleri odayı süzdü. Kapı yanında toz kaplamış tekerlekli sandalyesine, ahşap askılıktaki oduncu gömleğine, kapağı açık dolapta kendinden geçmiş perişan haldeki havlulara gözleri ilişti. Bir tek onlar mı kalacaktı dünyada? Ya duvarda parıldayan üstün cesaret ve feragat!

 Şimdi üzgün ruhu odanın içinde dolaşırken baktığı her köşede tortulaşan silik bir anı karşılıyor onu. Ama onlar da yavaş yavaş kayboluyor artık. Berrak zihni gittikçe bulanıklaştı. Vakit öğleye iyice yaklaştı. Her öğlen olduğu gibi en alt kattaki mutfaktan yayılan kızartma kokuları huzurevini sardı. Aldığı son kokuydu bu. Çığlık çığlığa öten kuşun sesi yeri göğü inletti. Ansızın gördü kuşu. Mavi tüylerini siyaha çalan parlak kuzguni noktalar süslüyordu. Bakışları son kez odayı taradı, sonra gelip kuşun iri, kızıl gözlerine takıldı kaldı. Pencereden içeriye şefkatli bir esinti girdi. Serinlik bütün vücudunu yalarken minarelerden yükselen salâlarda aşina bir isim yankılandı. Azap ve acı dolu yüzüne bir rahatlama yayıldı. Boyun kırmış sessiz servilerde yeni konuğun heyecanı… Duvarda asılı madalya parlamaya devam ederken mavi kuş ansızın uçup gitti, odası artık bomboştu.

2 thoughts on “Üstün Cesaret ve Feragat”

Yorum bırakın