Film: Kare (The Square)
Yönetmen: Ruben Östlund
İsveç, Almanya, 2017
Komedi, Drama, 151 dakika
İsveçli yönetmen Ruben Östlund, modern dünyaya ait pek çok eleştiriyi içinde barındıran bu filmle beraber Altın Palmiye kazandı. 2017 yılının en çok konuşulan sanat filmlerinden birisidir. Oscar’a da aday gösterilmiştir. Yönetmen, filmdeki sergi olan Kare’yi gerçek hayatta sosyal deney olarak tasarlamış. Kare, içinde yalanların olmadığı insanların birbirine güvendiği bir alanı sembolize eden bir çağdaş sanat eseri. Spoiler olmaması adına detaya girmeyeceğim fakat filmdeki bazı olay ve kişiler de kaynağını gerçek hayattan almaktadır.
Filmde ana hikâye Christian karateri etrafında şekillenmektedir. Christian, Stockholm’ün en saygın çağdaş sanat galerilerinden birisinin baş küratörüdür. Aynı zamanda kendi sergisinin hazırlıklarını yapan bir sanatçıdır. Karaktere hayat veren Claes Bang, Danimarkalı aktör ve müzisyendir. Oldukça başarılı bir iş çıkardığını söylememiz gerekiyor.
Filmde modern insanın iki yüzlülüğü, sosyal medya kullanımı, çağdaş sanat, sınıf eşitsizliği, göçmenlik, sanat dünyasında erkek ayrıcalığı, Avrupalı entelektüelliği gibi pek çok konu eleştirilmiş. Açıkçası herhangi bir sahnesini durdurup içinden sayısız eleştiri çıkarabilirsiniz. Filmin en sevmediğim yönünün de bu olduğunu belirtmek istiyorum. Basit bir hikâyeden kayıp, her tarafı ironilerle dolu ve sürekli mesaj vermeye çalışan “yoğun” filmleri sıkıcı buluyorum. Örneğin Christian’ın sergisi için yapılan reklam filminin, Youtube’da viral olduğunu öğrendiği anda bir AVM’de olması, elinde zincir yerlerden alınan bir kahvenin ve çok sayıda alışveriş poşetinin olması, arka plandaki AVM gürültüsü, dilencinin o esnada para istemek için gelmesi gibi pek çok yerleştirme var. Sadece bu sahneden pek çok eleştiri çıkarılabilir. Filmdeki her eleştiriyi bu yazının içerisine almak maalesef mümkün değil. Yazımızda, diğerlerine oranla daha baskın bir şekilde işlenmiş olan çağdaş sanat eleştirisinin üzerinde duracağız.
Öncelikle Christian’ın film boyu üzerinde gördüğümüz takım elbisesi, kırmızı gözlüğü, havalı saçları ve boynundaki fuları da çağdaş sanat ve entelektüellik eleştirilerini görsel olarak güçlendirmiş.
Sanat ve iktidar ilişkisinin de ironik bir şekilde ele alındığını görüyoruz. Christian’ın saygın bir sanat müzesinin küratörü olduğunu daha önce söylemiştik. Bilmeyenleriniz için küratör, resim sergisi, fotoğraf sergisi ve müzelerin açılışından kapanışa kadar olan süreci organize eden kişilere denmektedir. Başka bir ifadeyle sanatçıların ortaya çıkardıkları eserin ne şekilde, nerede, ne zaman gösterileceğine karar veren kişilerdir. Küratörün seçtiği sanat eserlerini bizler görüyoruz. Bunun doğal bir sonucu olarak da küratörler, kendisini sanatçı, asıl eser sahibi olarak görmekten geri durmuyorlar.
Saygın bir çağdaş sanat müzesinin küratörü kendi sergisini yapmayı planlamaktadır. Karşısına çıkan ilk engel çağdaş sanatın ayrılmaz bir parçası haline gelen reklamdır. Küratörümüz eserini reklamcılara kabul ettirmek zorundayken bulur kendisini. Filmde Christian’ın sergisinin reklamını yapacak olan kişiler; “Bu proje birçok ilginç, tartışmalı ve insani meseleyi gündeme getiriyor. Ama buradaki zorluk, medya kanallarının ilgisini çekmek. Rakipleriniz diğer müzeler değil. Felaketler, terörizm ve aşırı sağcı politikacıların tartışmaya yol açan hareketleri.” diyorlar.
Sanat galerilerinin sanat anlayışı şehirli insanın zevkine göre uyarlanmıştır. Reklam ise bununla ile sınırlı olmayan geniş halk kitlelerinin zevkine hitap ediyor. Devamlılığın sağlanabilmesi ve bir geleneğin oluşabilmesi için sanatın galerilerden çıkıp daha geniş kitlelere ulaşması gerekiyor. İşte bu yüzden filmde de belirtildiği üzere günümüz sanat eserlerinin en büyük rakibi, diğer sanat eserleri değil ana medyada kendisine daha fazla yer bulan toplumsal ve ilginç olaylar. Christian’ın işinin sanat eserlerini seçmek olmasına karşın kendisini seçilmeye çalışırken bulması ironikti.
Filmi izlerken neye sanat eseri dediğimizi de sorguluyoruz. Çizilen bir kare, duvara bantlanan bir muz, Jeff Koons’un şişirdiği balonlar sanat eseri midir? Yıllardır tartışılan bu soruya kişisel cevap vermekten başka bir çıkışı yolu göremiyorum. Bizi tetikleyen, yeni bir şey yapmaya iten, kısaca duygu durumumuzu değiştiren her şeyin sanat eseri olarak değerlendirileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla saydığımız her şey ve çok daha fazlası sanat olarak değerlendirilebilir. Sanat dünyasındaki küratörler, galeriler gibi iktidar unsurları ise bunlar hakkında tanımlama yapıp bize sunuyorlar.
Filmin en sevdiğim sahnesi ve ana hikâyenin başladığı olayda dalgın ve hızlı bir şekilde yürüyen kalabalığın karşısında bir kadın durur ve kalabalığa sorar: “Bir insanın hayatını kurtarmak ister misiniz?” Karşısındaki kalabalıktan bir ses gelir: “Şimdi değil.” Bu sahneyle beraber (evet maalesef spoiler) Christan’ın telefonu çalınır. Telefonunu aramaya çalışırken kültür şokuna uğrayacaktır. Artık galeriden çıkıp halkın arasına karışmıştır. Ancak kendi ifadesiyle kendisi “tanınan” biri olduğundan, telefonunu çalan kişiyi bulması için çalışanına baskı kurar. Özellikle bu sahnelerde görüntü yönetmeninin hakkını vermek gerekiyor. Araba içi çekimler, dışarıyı görmeyişimiz, ışık kullanımı ve sırt çekimleriyle beraber biz de en az Christian ve çalışanı kadar kendimizi güvensiz bir ortamda hissediyoruz. Bu sahnelerde göçmenlik, sosyal yabancılaşma, üst orta sınıfın iki yüzlülüğü temalarının da üzerinde durulmuş.
Filmin en etkileyici sahnesine de değinelim. Oleg isimli bir performans sanatçısı, yemek yiyen sanatseverlerin olduğu modern ve şık bir salonda vahşi bir hayvanı canlandırıyor. Önden bir anons yapılıyor. Anonsla beraber salondakilere ormandan vahşi bir hayvanın geldiği, korktuklarını hissederse hayvanın salondakilere saldıracağı, dikkatini çekmemeye çalışıp put gibi oturmaları gerektiğini söyleniyor. Başta kimse anonsu ciddiye almıyor ancak bir noktadan sonra herkes işi ciddiye alması gerektiğini fark ediyor ve ciddi ciddi korkmaya başlıyorlar. Bu sahne oradaki insanların çağdaş sanatla olan ilişkisi üzerine bir metafor olarak da yorumlanabilir. Çağdaş sanat eseri de sanatçının toplumsal ya da bireysel herhangi bir sorun hakkında uzun uzun düşündükten sonra bunu eserine yansıtmasıyla ortaya çıkmaktadır. Ancak eser daha sonra zamanla ortaya çıkış amacına hizmet edemeden pazarlama ve reklam aracına dönüşmektedir. Filmde salondaki sanatseverler, önce bu ilginç performans sanatıyla ilgilenip onu yüceltiyorlar. Ancak bu vahşi hayvan kendilerine doğrudan temas etmeye ve zarar vermeye başladığı andan itibaren orantısız bir şiddetle onu yok etmek istiyorlar.
Yazının başında değindiğimiz “kare” metaforuna da bu sahne aracılığıyla tekrar dönebiliriz. Sanatçının ifadesiyle “Kare, güven ve yardımseverliğin buluştuğu bir tapınaktır. Onun sınırları içinde hepimiz eşit haklara ve yükümlülüklere sahibiz.” Bu sahneyi içinde yalanların olmadığı insanların birbirine güvendiği bir alandan -belki film özelinde buna Avrupa dersek daha doğru olur- dışarıya merhamet besleyerek, vicdan rahatlatarak yaşayıp, dışarıyla doğrudan temasa geçildiği anda vahşileşme iki yüzlülüğü olarak da değerlendirebiliriz. Aynı iki yüzlülüğü Christian’ın kendi çocuklarına sesini yükselttiği için defalarca kez özür dilemesine karşın alt sınıftan bir çocuk haklı olarak hakkını ararken ona fiziksel temas uygulamasında da görürüz.
Son dönemde seyrettiğim İskandinav filmlerinin çoğunda çağdaş sanat eleştirisi ve modern insanın iki yüzlülüğü işlenmişti. Galiba Avrupa kendi yarattığı kareye dışarıdan bakmaya başladı. Peki sinema aracılığıyla yapılan bu yüzleşme gerçek hayata ne kadar ulaşacak? Sanat eserinin toplumu etkileme gücünü nasıl ölçeriz? Belki başka bir ifadeyle sanat eseri tek başına toplumu değiştirip dönüştürebilir mi? Bu sorulara doğru ya da yanlış bir cevap vermek elbette mümkün değil.
Film, sanat değeri yüksek ve aynı zamanda mesajlarla dolu. Seyretmenizi tavsiye ederim.