— Hop, hop, hop! Görmüyor musun adam binmeye çalışıyo!
Metrobüs şoförü güneş gözlüklerinin üstünden kendisini uyaran takım elbiseli, ipek kravatlıyı süzdü, kapının düğmesine bastı sertçe. Kapı tıs diye açıldı. Basamaklardan beyazlar içinde, çıplak ayaklı, saçı başı ağarmış bir adam çıktı. Şoför, küçümsercesine süzdüğü adama;
— Bey baba kartın var mı? Yoksa birinden kart bul bas!”dedi.
Beyazlar içindeki adam bir şey anlamadan baktı şoföre.
— Duymadın mı bey baba?
Bu seferki daha sert bir uyarıydı. Önde oturan kıvırcık saçlı genç, kulaklığını çıkarıp beyazlar giyinmiş yaşlı adamı süzüyordu ki göz göze geldiler.
— Bende var, ben basarım sizin yerinize.
Kalktı, cihaza okuttu kartı, dıt sesinden sonra geçti tekrar koltuğuna. Bir teşekkür bekledi bakışları.
— Evladım benim param yok, dünya malının benim için hiç önemi olmadı zaten, diye yanıtladı beyazlar içindeki bu bakışları.
— Dünya malı dediğin bizde de yok ama gözünü sevdiğimin İstanbul’unda aldığın nefes kadar lazım amca, diye söze karıştı esmer, geniş omuzlu delikanlı. Ayakta, bir eliyle tepedeki demir çubuğu diğer eliyle de cep telefonunu tutmuştu. Onun bu sözünü onayladı birkaç kafa, öne arkaya sallanarak. Aldığı onayla bir güven geldi, sırtını hafifçe dikleştirdi genç adam. Beyazlar içindeki devam etti:
— Ben buraları da bilmem, ne Atinalıyım ne Yunan, ben dünya vatandaşıyım.
İki koltuk arkadan orta yaşlı, ince bıyıklı, kara kuru bir adam atladı hemen:
— Biz de Yunan değiliz Elhamdülillah, İstanbullu da değilim ben zaten, Sivaslı olurum aslen. Şimdi dünya insanıyım desem kimse inanmaz.
İmâlı ses tonu, yanındaki yolcuya da cesaret verdi:
— Ohhh iyiymiş, dünya insanı olunca parasız biniliyo demek ki! Yüzündeki boncuk boncuk terleri titreterek söylendi yaşlı kadın. Eşarbının içinden fışkıran yanakları pembe pembe olmuştu. Cılız sesiyle karıştı konuşmalara:
— İstanbul’un çivisi çıktı bunlar yüzünden. Yollusu, yolsuzu, hırsızı, arsızı, dilencisi hepsi burda.
Metrobüs şoförü olan biteni dikiz aynasından takip ediyor, bir yandan da ayağını gaz pedalından çekmeden körüklüyü yaylandıra yaylandıra ilerliyordu bir sonraki durağa. Beyazlı adam anlaşılmaya çabalamadan anlatmaya devam etti:
— Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.
—Bak hele, bu da az uyanık değil, hiçbir şey bilmiyorum ayaklarına bedava yolculuk yap sen.
Arkalardan gelen bu yorumla konuşmalar, homurtular birbirine karıştı bir süre. Beyazlar içindeki devam etti:
—Dostlarım, yurttaşlar! Asıl bilgiye sahip olan tanrıdır!
İşaret parmağı havadayken sendeledi, metrobüs kıvrıldı yolun kavisinde.
—Hah bak, bunu doğru dedin. Orası öyle, diye onayladı oturduğu yerden yeşil takkeli, gri şalvarlı, çember sakallı adam. Elindeki tespih daha bir şakırdadı.
— Amca gel otur, diye seslendi şoförün arka koltuğundan kızıl saçlı, yuvarlak gözlüklü genç kız, elindeki kitabı kapatıp çantasına yerleştirirken. Ayaktakiler birer lobut gibi sağa sola sallandı. Beyazlı adam henüz ayakta durmayı başaramamışken önündeki kadının üstüne düşünce kadın can havliyle bağırdı.
— Beyefendi dikkat etsenize! Görmüyor musunuz?
Karnını göstererek çattı kaşlarını. Beyazlar giyinmiş adamdan özrün gelmesini beklemeden devam etti kızgınlıkla:
— Bakın ben gebeyim!
—Öyle mi? Ben de bir nevi ebeyim.
— Ne diyorsunuz siz beyefendi?
—Benim annem de ebeydi, ben ondan ilham alarak bilginin ebesi olabileceğimiz bir yöntem geliştirdim. Yani sizlerin ebesi olabilirim.
Arka koltuktaki kara kuru adam bu sefer daha da yüksek perdeden bağırdı:
— Ne diyorsun kardeşim sen? Ne ebesi, kimin ebesi?
Birkaç yolcunun homurtusu duyuldu.
— Diyorum ki ben sizdeki bilgiyi ortaya çıkaracak ebeniz olabilirim.
— Şimdi ben senin de ebenin de…
Kara kuru adam oturduğu yerden doğruldu, arkadan birileri tuttu omzundan. Onu tutan ellerden kurtulmaya çalıştı.
— Şoför bey, indirin şunu aşağı, yoksa bir kaza çıkacak şimdi elimden.
Öndeki takım elbiseli, ipek kravatlı söze karıştı bu sefer:
— Bak kardeşim, ne demek istiyorsun kimse bir şey anlamıyor, sen iyisi mi otur şöyle ve sesini de kes!
Az önce yer veren kızıl saçlı kızın boşalttığı koltuğu gösterdi.
— Diyorum ki hepimiz doğuştan bilgiye sahibiz zaten, sadece onu ortaya çıkarmamıza yardımcı olacak bir öğretmene yani ebeye ihtiyacımız var.
Anlatmaya kararlıydı, heyecanla devam etti beyazlar içindeki. Birkaç yolcu daha karıştı söze, kıpırdanışlar oldu ama o durmadı:
— Hepimiz önce ne kadar cahil olduğumuzun farkına varıp erdemli olma yolunda adım atabiliriz.
— Ulan sen bize bir de cahil mi diyorsun pezevenk! Bize hocalık mı yapıcaksın bu kılıkta! Sen git de önce kendini bir adama çevir!
Bu sefer omzundan tutanların elini itti kara kuru, ince bıyıklı; boğazında damarları şişti.
— Dostlarım, ben Sokrates! Tanrıdan başka kimseye boyun eğmeyen, doğruların peşinde ölümü bile göze alan Sokrates! Karşısındakilerden bir karşılık bekleyen gözleri dolaştı yolcuların üzerinde tek tek.
Yeşil takkeli şöyle göz ucuyla dönüp baktı, sonra camdan dışarı döndü, gözlerini kapatıp içinden bir şeyler mırıldandı. Ortalık kızışınca arkadan bir ses yükseldi:
— Ne diyo lan bu? Sokrates falan… Sokrates’ine sok….. Tövbe tövbe…Meczup musun nesin? Defol git, sabah sabah tepesini attırma adamın!
Kara kuru, ince bıyıklı adam omzundaki ellerden kurtulmuştu ki son hamleyle yakaladı belinden bir yolcu. Hırsını alamayınca bağırdı:
— Vallahi öldürürüm seni, gör bak o zaman korkuyor musun, korkmuyor musun?
— Ay ben bir fena oluyorum. Şurdan bir cam açın n’olur! diye yalvardı gebe kadın. Kadının bu serzenişi daha da yüreklendirdiği esmer, geniş omuzlu delikanlı parmağını sallayarak bir tehdit savurdu:
— Bak bey baba, hadi atla şurdan başına bi iş gelmeden, akıllı uslu git yoluna. Bulaştırma kendine bizi, ekmeğimizin peşindeyiz biz. Senin deli zırvalarına ayıracak zamanımız yok!
— Beni suçluyorsunuz, farkındayım. Çünkü anlamadınız. Hayret ediyorum çünkü bilgelik hayret etmekle başlar.
— Bak hâlâ devam ediyor!
Arkadaki ince bıyıklı, kara kuru olan artık koltuklardan ve omzundaki ellerden sıyrılıp zıpladı Sokrates’in yanına. Boğazına yapıştı, yanındakiler engel oldular.
— Şoför Bey, indir şunu bir kaza çıkacak şimdi elimden, diye bağırırken çatallandı sesi.
Şimdiye dek olan bitene hiç bulaşmadan dikiz aynasından sessizce izleyen şoför, bu uyarıyı bekler gibi hızlıca bastı frene. İçerdekiler sallandı yine öne arkaya. Sadece Sokrates yere kapaklanır gibi oldu. Arkasından itti biri, sonra bir başkası daha.
— Hadi in git şurdan başına bir iş gelmeden ihtiyar!
Esmer delikanlı kolundan tutup kapıya doğru götürdü ihtiyarı, arkalarında her kafadan bir ses…
— Sen böyle büyük laflar edeceğine önce cebine bir binişlik para koy bey amca, sonra git bir adam sıfatına gir, öyle çık insan içine! Sokrates’i iteleyerek indirdi metrobüsün merdivenlerinden. Delikanlı, yaptığı şeyin kitle üstündeki etkisini göz ucuyla süzerek kaslı göğsü önde döndü yerine.
Sokrates yuvarlanmak üzereyken attı kendini kaldırıma, doğruldu, döndü metrobüstekilere. Kapı tıslayarak kapanıyordu, işaret parmağı havada bağırdı:
— Haksızlığa uğramak, haksızlık yapmaktan iyidir!
Kapının önüne yığılmış kalabalık, metrobüse binmek için birbirini eziyordu, onu duyan olmadı bile. Kapı güçlükle kapandı. Kollar, bacaklar, kafalardan oluşmuş tek vücuda dönüştü yolcular. Tekerlekler dönünce iyice yerleşti ayaktakiler. Gerisine düştüğü zamanla arasındaki mesafeyi kapatmak için hızla yoluna devam etti metrobüs, havada bir toz bulutu bırakarak. Toz bulutuyla beraber belli belirsiz bir silüet de dağıldı gökyüzüne doğru.