Dörtnala

 Eğer yetişkinlerin dünyasında çocuk olmak hakkında bir kitap yazılabilseydi, eminim içinde şu sıkıcı, kurallı filler bulunurdu. Uçurtma uçurmak, saklambaç oynamak ve kağıttan gemiler yüzdürmek… Fakat ben hiçbir zaman bu fiillerin kıyısında dolaşan bir çocuk olamadım. Kuyruğuna tutunup uçtuğum uçurtmamda, sıkılınca kaçıp saklandığım gizli dünyamda kitaplarımdı benim. Çok küçük yaşta tanıştım kitaplarla ve okudukça öğrendim, öğrendikçe anladım ki asıl hakikat, zamanı geldiğinde uçurtmayı bırakıp sağlam bir şekilde yere basabilmekmiş. Bundan mütevellit ailem adımı Zeren koymuş, diye düşünürüm. Benim tam tersime kardeşimin adını da Ilgaz koymuşlar.

 Tıpkı adı gibi dörtnala koşan, coşkulu, hayalperest bir çocuktu Ilgaz. Dünya üzerindeki bütün çocuk oyunları onun için var edilmiş gibi davranırdı. Bir çocuğu sokaktan toplamak deyimi sanki Ilgaz için yaratılmıştı diyebilirim. Bazı günler sabah ezanıyla evden çıkar, akşam annem mahalle müezzininden evvel davranıp da mahalleyi inletene kadar eve dönmezdi. Sadece bu anlattıklarıma bakıp Ilgaz’ı avare bir çocuk olarak algılamak yanlış olur tabii, aksine o her zaman çevresinde gördüğü her bilgiye saygılı bir çocuktu o. Bir kitap dikkatini çekmeye görsün, bazen yemek yemeyi bile unutup kitaplara dalardı en çok da deniz hikâyelerine… Daha küçücük bir çocukken “Abla bana anlattığın masalları bir gün okyanuslara da anlatabilir miyim? Çünkü onlar çok derin ve yalnızlar, belli ki masalsız büyümüş birkaç çocuk hepsi.” demişti.

  O gün anladım ki benim eksik yanım kardeşimdeydi. O günden sonra hayata onun gözlerinden bakmaya, onun hayallerine ortak olmaya başladım. Aradan yıllar geçip de ben bir muallim kardeşim ise bir mühendis olduğunda bile biz iki kafadar hâlâ aynı hayali paylaşıyorduk: denizleri ve ötesini… Kardeşim Almanya’da mülazım bir mühendisken öğrendiklerini gelip bana anlattığında hiçbir şey anlamasam bile onu büyük bir heyecanla dinlerdim. Onarımında bulunduğu Dumlupınar Denizaltısı’nda geçirdiği vakitleri anlattığında kalbimde dalgaların sesini duyar gibi olurdum. Hep hayalini kurduğu çalışma hayatına başladığı andan itibaren iskeletini tasarlamaya başladığı ve geliştirdiği gemilerin krokilerini bana gösterdiğinde, Da Vinci Mona Lisa’ya baktığında ne hissediyorsa bende onu hissediyordum diyebilirim. Benim gibi düşünen başkaları da olacak ki kardeşime bizatihi donanmanın yüzbaşısı tarafından iş teklif edildi. Gölcük Tersanesi’nde inşa edilecek yerli bir akaryakıt gemisinin yapımında yardımcı mühendis olarak yer alması istenmişti. Bizatihi sayın Ata Nutku tarafından … Tamı tamına on altı ay gibi bir sürede inşa edilen, tasarımında kardeşim Ilgaz Yaman, yönetiminde Ata Nutku’nun bulunduğu bu ticaret gemisi yağmurlu bir kasım akşamı Marmara denizinin sularıyla buluşurken, o küçük çocuk Ilgaz’ın bana doğru koştuğunu hatırlıyorum. Şapkasını çıkarıp rahmetli annemin mendiliyle yüzünü kapatarak hüngür hüngür ağladığını, kalabalıklara hele de böyle törenlere alışık olmayan utangaç çocuk Ilgaz’ı…

 O gün yine anladım ki bazı gözyaşlarının sebebi ne elem ne de mutlulukla açıklanabilir. Hayallerin gerçeklikle buluştuğu anda birbirine sıkı sıkı kenetlenmiş iki küçük kalp görüyorum bu fotoğrafta. Kağıttan gemiler yüzdüren küçük Ilgaz’ın büyük gemisi bir gün yalnız okyanuslara benim masallarımı anlatır mı orasını bilemem. Ama belki Ilgaz’ın kalbinde yüzen diğer gemilere birkaç bir şey fısıldayabilirim.

                         

Yorum bırakın