Yeni Alman Sineması’nı, şiirsel bir hayal gücüyle, Amerikan Sineması ile buluşturmayı başaran Wim Wenders’in Paris, Texas filmi, 1984 yılında Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye”ödülünü alan ve aradan geçen kırk yıla rağmen ne kadar “zamansız” olunabileceğini bize ispat eden yönetmenin başyapıtlarından biri. Bu film, hipnotik ve kırılgan duruşuyla Teksas’ın ıssız yollarında bir Avrupalı fotoğrafçı bakışıyla efsaneleşen, aynı zamanda nadir rastlanan bir bütünlüğe sahip olan bir yol filmi. Sınırsız ufuk manzaraları sunan Paris, Texas’ın görsel dünyasını içsel manzaralarla soyut bir şekilde tamamlayan en önemli faktörlerden biri de hiç şüphesiz, orijinal senaryonun “Motel Chronicles” kısa öykülerinden esinlendiği yazar-oyun yazarı Sam Shepard’ın vizyonu. İçlerinde Wenders ve L. M. Kit Carson’un da bulunduğu üç kişilik senaryo ekibi, ilişki odaklı, olay örgüsünden kaçınan diyaloglarla süslenen bu filmi, adeta felsefi-psikolojik bir zemine oturtuyor.
Yakın geçmişteki hayatına dair hiçbir şey hatırlamayan Travis (Harry Dean Stanton), kardeşi Walt (Dean Stockwell) tarafından bulunuyor ve sonrasında yavaş yavaş tüm anıları ile yüzleşmeye başlıyor, ailesini yeniden bir araya getirmek için bir yolculuğa çıkıyor. Ve yönetmenin ışıltılı kamerası, bu yolculuk için Teksas’ın tozlu yollarını uygun bulurkenWenders de yetenekli oyuncularının da sayesinde bir nevi ortalığın tozunu attırıyor.
Şimdi biraz Spoiler zamanı.
Wenders, sanki filmin açılış sekansının “Spagetti Western” türü filmleriyle ünlü Sergio Leone’ye bir selam niteliğinde olmasını tercih etmiş gibi görünüyor. İlk sahnede; yüzü güneşten hasar görmüş ve giysileri yırtık pırtık Travis Henderson (Stanton) adında yalnız bir adamı, Batı Teksas’ın tozlu topraklı yollarında durmaksızın yürürken görüyoruz. Travis, ıssız bir dükkâna giriyor ve umutsuzca birkaç buz küpü yuttuktan sonra sıcaktan bayılıyor. Teksas, Terlingua’da Dr. Ulmer’in (Bernhard Wicki) muayenehanesinde uyanıyor. Doktor, Travis tek bir kelime bile etmediği için, Travis’in kardeşi Walt’a (Dean Stockwell) ait bir kart bulup, onunla iletişime geçmek zorunda kalıyor. İki kardeş yavaş yavaş ilişkilerini yeniden kurmak için ortak bir zemin bulurken Walt, Travis’in küçük oğlu Hunter (Hunter Carson) ve ayrı yaşadığı karısı Jane (Nastassja Kinski) de dahil olmak üzere eski hayatıyla yeniden bağlantı kurmasına yardımcı olmaya çalışıyor. Travis’in ailesiyle yeniden bir araya gelme süreci, geçmişte onu ailesinden uzaklaştıran acı anıları hatırlaması ve oğluyla olan bağlarını geçici olarak yeniden kurması, duygusal çalkantılarla dolu sahneler yaratıyor.
Filmin yavaş yavaş geliştiğine ve Wenders’in duygusal aksiyonu yavaşlatıp ortama odaklandığına şahit oluyoruz. Yönetmen, izleyicilerin titizlikle hazırlanmış görsel manzaraları tamamen özümsemesine izin vermek için sık sık geri çekiliyor. Bu yaklaşımla, bizi de bu yolculuğa davet ediyor, aynı şekilde mekanlara dalmamızı sağlıyor. Böylesi görsel bir şiirsellikle izleyiciye aynı zamanda çok iyi bir fotoğrafçı olduğunu da fısıldıyor. Filmin ikinci perdesi, Travis’in küçük oğlunu da yanına alıp, Jane’i aramaya karar vermesiyle başlıyor. Bu perde de yine olağanüstü bir sinematografi, unutulmaz müzikler ve abartısız oyunculuk performanslarıyla öne çıkıyor. Filmde ön plana çıkarılmayan çocuğun psikolojik durumu da çok etkileyici. Hikâye, genelde Travis açısından işlenmiş olsa da Hunter’ın kendisini terk eden anne ve babasını tanıma isteği, içgüdüsü ve bilinçaltının dışa vurumu çok başarılı bir şekilde yansıtılıyor. Standart film kurallarına uymak için bir çaba harcanmıyor ve olay örgüsü görüntülere göre ikinci planda kalıyor ama Wenders tabii ki bunu bilinçli yapıyor. İnsanların, gerçek anlamda iletişim kurmasının imkânsız olduğu, değişken bir dünyası olan Amerika’nın kayıtsız doğasını gözler önüne seriyor.
Birçok röportajında, müziğin hayatındaki yerinden bahseden Wim Wenders, Paris, Texas’ta da sahneyi Amerikalı Blues gitaristi sevgili Ry Cooder’a ve onun gitarının epik tınısına bırakıyor. Travis’in Jane’i ararken kendini bulma yolculuğu o kadar derin ki acı ve umut iç içe geçerken iyileşme ve kefaret de istemeden el ele tutuşuyor. Güneş ışığıyla parlayan engebeli Güneybatı manzarasının incelikli çekimleri, keyifsiz moteller, eski zaman benzin istasyonları, güneşin tonları, yol kenarındaki otlar ve geçimlerini sağlamaya çalışan sıradan insanlar uzun çekimlerle sergilenirken izleyicinin aklında karı-koca kavuşma anına dair heyecan artıyor. Ve adım adım bizi filmin en can alıcı sahnesine yaklaştırıyor. Travis, Jane’i tam dört yıl sonra, bir striptiz kulübünde, tek yönlü bir camın arkasına konumlanmış şekilde buluyor. Bu durum, aralarındaki ilişkinin kopukluğunun bir metaforu aslında. Sanki ufacık bir kutuya hapsolmuş gibi görünen Jane, aralarındaki aynalardan Travis’i göremiyor ve Travis bu sahnede, filmin geneline hâkim olan o sessizliği bozuyor. Travis’in arkasını dönerek hikayelerini anlattığı o an, Jane’in beden dili, yüz ifadesi ve göz yaşları ile buluşunca belki de sinema tarihinin en dokunaklı sahnelerinden biri yaşanıyor. “Aylarca her konuştuğum sendin.” cümlesi bile tek başına çok fazla anlam ifade ediyor. Ölçüsüz yaşanmış bir aşkın, nasıl yitirildiğine gözlerimiz dolu tanık oluyoruz. Gerçi film, pek çok kavuşma dramasında görülen gereksiz duygusal alışverişlerden kaçınıyor. Ama işte zaten o sade anlatım, benim kalbime dokunmaya yetiyor. Stanton ve Kinski, dokunaklı ve gerçekçi diyalogları kadar, yüzlerinden ve beden dillerinden gelen ince ipuçlarının da duyguları serbestçe aktarmasına izin veriyorlar.
Paris, Texas, hikâyesini birçok metaforla, alt mesajla, bazen de dümdüz bir diyalogla ya da derin bir sessizlikle o kadar iyi anlatmış ki insana “Wim Wenders bunu hep yapıyor, hep şaşırtıyor ve bu konuda hiç şaşırtmıyor.” dedirtiyor. Dört yıl ortada olmamak, Walt’un da kardeşine dediği gibi, küçük bir çocuk için uzun bir süre, neredeyse yaşamının yarısı. Ama sonunda kendini bulmak varsa, insan ömründe dört yıl, belki de sadece dört kısa dakikaya eş. Hem zaten mekân da zaman da izafi değil mi?