Jacques Audiard tarafından yazılan ve yönetilen Emilia Pérez, 77. Cannes Film Festivali’nde 2024 yılının en çok ses getiren yapımlarından biri oldu. Usta Fransız yönetmen, Zoe Saldaña, Karla Sofía Gascón, Adriana Paz ve Selena Gomez’in göze çarpan performanslarıyla birlikte, şaşaalı bir pembe diziye dönüşen bu cesur suç gerilimiyle ortaya türlere meydan okuyan eksantrik bir müzikal çıkarıyor. Ve bugüne kadar pek çok ödülü olan Audiard, bu filmle belki de kariyerinin en büyük kumarını oynuyor. Jacques Audiard’ın filmografisine göz attığımda, her filminin farklı bir tatta olduğunu görüyorum. Yönetmen, A Prophet ile son yılların en iyi suç dramlarından birine imza atarken The Sisters Brothers ile bir Western dramı yaratıyor ya da favori oyuncularımdan Marion Cotillard’ın oynadığı Rust and Bone ile romantik dramı benzersiz bir şekilde ele alıyor. Son filmi Emilia Pérez ile ortaya biraz daha riskli ve cesur bir eser koysa da film, Cannes’dan eli boş dönmüyor. Dört başrol oyuncusuna birden “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü” verilirken eser aynı zamanda Jüri Ödülü’nün de sahibi oluyor. Emilia Pérez, bir dönüşüm filmi. İzleyici de hem Meksika’nın en güçlü uyuşturucu kartellerinden birinin lideri Manitas’ın hayatını değiştiren dönüşümüne, hem de filmin bir müzikalden, önce bir kimlik arayışına ve oradan da bir trajediye evrilmesine şahit oluyor.
Spoiler
Emilia Pérez, Audiard’ın kendi başına yazdığı ilk film; dört perdelik bir opera librettosu olarak başlayan ve Boris Razon’un 2018 tarihli Écoute romanından uyarlanan bir hikâye. Filmin açılış sahnesinde, Meksikalı Avukat Rita Mora Castro’nun (Zoe Saldaña), karısını öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan bir adamı savunmak zorunda olduğu son davasında yaşadığı hayal kırıklığını görüyoruz. Şehre hâkim olan şiddetin ve adaletsizliğin anlatıldığı ilk sekansta bile Rita, çaresizliğini yetenekli bir oyunculuk performansıyla sergiliyor. Bir toplantıya katılması halinde kendisine zenginlik vaat eden gizemli bir telefon aldığında da bu fırsatı değerlendirmekten çekinmiyor.
Cesareti nedeniyle kaçırılan Rita, ülkenin uyuşturucu karteli lideri Manitas’ın (Karla Sofía Gascón) karavanına getiriliyor ve değişik bir teklifle karşı karşıya kalıyor. Rita, çok zengin olmanın karşılığında, kartel liderinin cinsiyet değiştirme ameliyatını kolaylaştırmalı ve karısı Jessi (Selena Gomez) ile küçük çocuklarını, sahte ölümünden sonra düşmanlarından uzak ve güvende olacakları İsviçre’ye götürmelidir. Rita, teklifi kabul ediyor ve Manitas’ı dönüştürmeye istekli bir cerrah aramaya başlıyor. Tel Aviv’de Dr. Wasserman’ı (Mark Ivanir) bulup, planı aksatmadan gerçekleştirerek Manitas’a Emilia Pérez olarak yeni bir kimlik ve gerçeklik kazandırıyor. Mexico City’deki bir pazar yerinde geçen açılış dansında da Rita’nın Bangkok’taki bir kliniğe yaptığı ziyarette de filmin şarkılarındaki eksiklikleri çok net görüyoruz. Sözleri yavan şarkılar, unutulmaya yüz tutmuş melodiler ve hatları sivri koreografiler, akıcı bir sinematografiyle buluşuyor.
Ağırlıklı olarak İspanyolca olan filmin güçlü bir dinamizmi olsa da ya da kamera kahramanlarla uyum içinde dalgalansa da müzikal anlamda eksik olan çok detay var. Böyle cesur bir eserin, Camille ve Clément Ducol’un yarattığı bestelerden, çok daha kapsamlı bestelere ihtiyacı var. Damien Jalet’in koreografisinde de yapısal bir tutarsızlık ve zayıflık var. Yer yer Fransız yönetmen Leos Carax’ın yönettiği Annette adlı filmden esintiler de gözümden kaçmıyor ki o film de oyuncularına rağmen beni tam anlamıyla içine çekememişti. Mesela; mutlaka bir örnek vermem gerekirse, benim için La La Land her şeyiyle “İşte bu!” diyebileceğim eksiksiz bir müzikal filmi. Bir müzikalde, sadece müziğin ve koreografinin değil, diyalogların, olay örgüsünün ve karakterlerin iç dünyalarının da iyi işlenmesi önemli.
Emilia Pérez, biraz ortaya karışık ve aynı ölçüde kafası da karışık bir film. Üstüne düşen görevi başarıyla tamamlayan Rita, tam dört yıl sonra Emilia (eski Manitas) ile tekrar karşılaşıyor. Tabii bu bir tesadüf değil. Ve filmin kimlik, özgürlük, aidiyet, ikinci şanslar üzerine düşündüren ikinci perdesi başlıyor. Emilia cesur bir görev için yeniden Rita’nın hizmetine ihtiyaç duyuyor: Manitas’ın uzak kuzenlerinden biri olduğu bahanesiyle çocuklarını ve karısını Mexico City’de onunla yaşamaya zorlamak. Ancak bu yalanı sürdürmek, en çok Emilia’yı zorluyor. Çocuklarına babaları (!) gibi yakın davranamamak ve bir yabancı gibi olmak, içten içe geçmişte verdiği kararı sorgulatıyor. Ayrıca, yeniden bir araya gelmeye hevesli bir sevgilisi (Édgar Ramírez) olan Jessi’nin romantik eğilimlerinden de rahatsız oluyor. Manitas rolünde oynamak zorunda kaldığı ağır makyajdan arınmış olan Gascón, acılı bir anneyle karşılaşması sonucu, önceki hayatında yaptığı hatalardan arınmak için, kayıp insanlarla ilgili bir şeyler yapmaya karar veren Emilia rolünde ilk defa parlıyor. İçinde bir yerde saklı olan iyiliği keşfetmek ona iyi geliyor. Ve yine Emilia olarak ilk defa birine âşık olmak, onu daha da ışıltılı bir hâle getiriyor.
Bu gelişmelerle bedenen yaşanan dönüşümün yanına ruh ve kalp de ekleniyor, bütünsel bir değişim başlıyor. Bu değişim de filmin üçüncü perdesine yayılıyor. Film, tuhaf bir peri masalı ile acımasız bir geçmiş hayat arasında bir yerde duruyor. Bu durum da maalesef olay örgüsünün tatmin edici bir şekilde akmasına engel oluyor. Sırtında kartel geçmişinin yüküyle yeniden doğmuş kambur bir canavar olan Emilia da kurtarıcı bir kimliğe tam anlamıyla bürünemiyor. Audiard’ın hamleleri de biraz havada asılı kalıyor. Fakat yine de Saldaña ile Gomez’in etkileyici performansları karakterlerinin genel zayıflığını telafi ediyor. Ton değişimleri ne kadar çok ve ani olursa olsun, Emilia Pérez’in oyuncuları filmin kafa karışıklığını, suçluluk ve arzu karışımını başarıyla ifade ediyorlar. Fransız yönetmen, onlara empatiyle yaklaşıyor ve her seferinde ilgi odağı hâline getiriyor; kamerasını bir arabanın tekerleğine tuttururken ya da kızıyla şefkatli bir uyku anını paylaşan Emilia’nın yüzüne yerleştirirken biçimsel becerisi oldukça çarpıcı. Aynı şey Selena Gomez’in canlandırdığı Jessi karakteri için de söylenebilir; oyuncu şimdiye kadarki en olgun performanslarından birini sergiliyor. Jessi, filme Manitas’ın karısı olarak başlıyor, sonra kocasının yasını tutuyor, ardından hayatının iplerini eline alıyor, sonra da potansiyel olarak şüpheli bir geçmişi olan başka bir adama (Gustavo Brun rolündeki Édgar Ramírez) âşık oluyor.
Gomez, diğer iki aktrisin gördüğü ilgiyi göremese de kendisine odaklandığımız anlarda bu zengin rolden en iyi şekilde yararlanıyor. Film, bu kadar iyi kadın oyunculukların altında eziliyor, çünkü hiçbir kadının hikayesi tam olarak geliştirilemiyor. Aynı zamanda, bazı sahnelerde de modern maskesinin altında gerici bir tutumu var ve yönetmen sanki toplumsal cinsiyet özcülüğünden kaçamıyor. Filmin, kadınların güçlendirilmesi ve özgün bir şekilde yaşamaları üzerine verdiği mesajları basmakalıp kalıyor. Durum böyle olunca da son sahne dışında izleyiciyi bir duygu yoğunluğuna itemiyor. Ya da beni itemedi. Fakat yine de cesur duruşu ve içindeki konu bolluğu nedeniyle her an her numarayı yapabilecek bir kıvamda olması sebebiyle ilgiyle izledim. Her merak uyandırıcı ya da farklı görünen şey, hâliyle tatmin edemeyebiliyor. Emilia Pérez çok şey yapıyor ve çoğu zaman da oldukça iyi yapıyor; ancak bu parçaların hepsi olması gerektiği gibi birbirine uymuyor.
Şimdi filmi de filmin tüm oyuncularını da bir kenara bırakıyorum. Sadece Emilia Pérez üzerine kısacık düşünmek istiyorum. Önce cinsiyetini, sonra hayatını ve hayata bakışını değiştiren o kadınla ilgili düşünüyorum. Filmde bulamadığım duyguyu, kendi içimde buluyorum. Ve bir kadın olarak Manitas’ın Emilia’ya olan dönüşümünden gizli bir keyif alıyorum. Evet, Manitas bir suçluydu ama güçlü bir erkekti; Emilia ise masum ama “çok” güçlü bir kadın!
Bu arada; herkese mutlu yıllar. Sizin de kendi içinizdeki gücü keşfetmeniz dileğiyle.