Hayat, bir çığlık gibi, her anımıza derin bir yankı bırakmadan geçiyor. Fakat bu çığlık, duyulmuyor. Belki de bu yüzden, hayatta kalmak, hayattan bir adım uzaklaşmak gibidir. Zamanla bir tür unutma hâline dönüşür. Hayat, bir düşüncenin başlangıcından çok, bitişi gibi. Ve biz, sürekli olarak bir hikâyeyi unutuyoruz. Unutulmuş bir hayatın parçalarındayız. Ama bu unutma, bir kayboluş değil, bir reddediştir. Her adım, bilinçli bir şekilde, bir başka adımı siler.
Bir sabah uyanırsınız, elinizde bir fincan kahveyle, pencereden bakarsınız. Ama hayat, bir film şeridi gibi; başını, ortasını ve sonunu hatırlayamazsınız. Her şey bulanık, kesik kesik gelir. O kadar yabancılaşmışsınızdır ki gözlerinizin içine bakarken bile, kendinizi tanıyamazsınız. Ve işte o an, hayatın ne kadar yabancılaştığını fark edersiniz. Zihnimiz, hatırlamak ister ama bir türlü ulaşamaz. Bir zamanlar anlamlı olan her şey, şimdi bir karalama defteri gibi boş kalır.
Peki, nasıl bu kadar unutulmuş bir varlık olduk? Hayatla kurduğumuz ilişki, bir zamanlar anlamlıydı. Ancak zamanla, dünyayı bir izleyici gibi izlemeye başladık. Her şeyin başkalarına ait olduğuna, yaşamın bir dış gözlemci tarafından izlendiğine inandık. Oysa hayat, kendi özümüzde bir deneyimdir. Ne zaman ki bu deneyimi unuturuz, işte o zaman gerçekten yaşamaya başlarız. Fakat bu yaşam, daha çok bir kayboluşun, bir yok oluşun sesidir. Çünkü hayatı unutmak, hayatın kendisini yadsımaktır. Ve hayat, yadsındığında bir anlamdan yoksun kalır.
Unutmak, bir özgürlük değildir. Her adımda bir şey kaybedilir; ama bu kaybolan, farkına bile varmadığımız bir parçamızdır. Zihnimiz, her geçen gün daha fazla siler, daha fazla unutur. Bazen geçmişin hatıralarını bile hatırlamadan, geleceği düşünmeden yaşarız. An, sürekli bir kayıptır. Ne geçmişi ne de geleceği taşıyabiliriz. Her şey şimdiyle sınırlıdır. Fakat “şimdi”de de bir boşluk vardır. Hayatın içinde kaybolmuş bir ses gibi, biz de o sesi duymadan, sürekli koşarız. Oysa hayat, bir yokuş gibi yükselir, ama sonunda en yükseğe vardığınızda, dağda ne olduğunu bile hatırlamazsınız.
Bu absürt döngü, bizi bir an için duraklatmaz. Durmayı unuturuz. Hızla yaşar, ama yaşamı kaçırırız. Bir koşuşturma hâlindeyken yalnızca hedefe odaklanırız. Oysa hedef, bir varoluşun tek başına anlam taşıyamayacağına, bir yolculuğun değil de yalnızca varışın bir maskesi olduğuna dair büyük bir aldatmacadır. Bir hedefe varınca bir başka hedef yaratılır. Bir hedef, başka bir hedefin kayboluşudur. Ve biz, bir yere varmak uğruna sürekli kayboluruz.
Hayatı unutmak, varlıkla olan ilişkimizin kırılmasıdır. Her an, bir kayıp, her düşünce, bir çelişki oluşturur. Bir yolculuğa çıkarken, nereye gittiğimizi unuturuz. Başlangıcın ve bitişin ne olduğunu hatırlamak, insanın içine bir boşluk yerleştirir. Zihnimiz, zamanı da unutur. Geçmiş ile geleceği birbirine karıştırırken yaşadığımız her anın, bir zamanlar hayalini kurduğumuz “gerçek”le çeliştiğini fark ederiz. Gerçek, aslında hep elimizin altındadır, ama biz ona ulaşmak için bir başka gerçeği, bir başka zamanı ararız.
Sonuçta, hayatı unutmak bir çelişkidir. Bu unutma, yalnızca bir zaman kaybı değil, hayatın tüm anlamlarını yok eden bir kayboluştur. Her anımız bir kayıptır, ama farkında bile değiliz. Unutmak, yalnızca zamanın bir parçasıdır; hayatı unutmak, varlığın bir tür aldanmasıdır. Ve belki de en absürt olan şey şudur: Biz, hayatı unutmayı sürdürdükçe unutmadığımızı sandığımız her şey aslında bir başka unutuştur.