Misket Nemi

Yemyeşil değildi ağaçlar, yeşildi sadece. Gövdeleri irice ulu çınarlar değildi, bu altında beklediği geceden nemlibelediye bankında. Bu kadar ağaç yan yana ya orman olur ya da… Az ileride duruyordu etrafları uğultuyla kaplıinsanlar. Rengârenk kıyafetleriyle ne kadar da griydiler uzaktan bakılınca. Milyonlarca nüfusuyla koca koca ülkelerdende kalabalık bu şehirde yapayalnızdı Ali! Her zaman olduğu ve olacağı gibi.
 
Karşıdan gelişini izliyordu onun şimdi. Henüz sekiz yaşında, parmakları ince ve uzun, gözleri misket gibi. Gözlerininrengi nemli! Abidin bulamadan göçmüş bu güzel rengi. Yeşil, kahverengi ve insan grisinin karışımıydı, tuvali hayatfırçası insandı. Düşündü Ali, “Misket Nemi” olmalıydı adı! Yaklaştıkça büyüyordu misketler, inceden hızlananyağmurdan başka her şeyi ama her şeyi hissediyordu ilk defa, birkaç ufak engebeden atladı ufaklık, bir iki dalı eliylesavuşturdu, gülümsüyordu işte, karşısındaydı artık.
 
Dinle beni ufaklık, sadece dinle. Sen kaybettin! Hata etmedin, kaybettin sadece, alış buna, iyiler kaybedecekti zatenbabam söylemişti, hatırla! Her şeyi unutuyorsun, yapılan kötülükleri, geçtiğin yolları, sana sarılan kolları… Bile biledüşmekten yorulmadın mı? Kim öğretti sana acı çekmenin erdem olduğunu? Kimden öğrendin böyle umut etmeyi?Neden hiç yorulmuyorsun çocuk? Neden uslanmıyorsun? Neden iyileşmiyor dizlerindeki yaralar? Niçin herkes gibiolamıyorsun? Niçin mahalle maçlarında kaleye şut çekmek yerine pas veriyorsun her defasında? Ne zaman sevinirkensarıldılar sana? Niçin sevdiğin tatlıyı söylemek yerine en ucuzunu seçiyorsun, bin bir çeşit dururken Sami amcanınpastanesinde her defasında? Neden para üstünü eksiksiz geri getiriyorsun bakkaldan her dönüşünde? Niye ısraretmiyorsun şimdi olmaz dediklerinde? Her şeyi anlamaya çalışmaktan minicik kalbini bunca şeyle doldurmaktan niçinvazgeçmiyorsun? Sobayı doldurmanı kim söyledi bu kadar! Sen taşıyorsun yukarı sonra beş kat. Seviyorsan, seviyorumdeseydin, neden en pis halinle gülümsedin o kıza? Senden adam olmaz çocuk! Sen hep çocuk kalacaksın. Hata değilbu! En büyük kazancın olacak ömrün boyunca, alış buna. Sen çocuk masumiyetinle canavarların arasında ezileceksin,babam söylemişti hatırlasana…
 
Gülümsüyordu misket nemi renkli gözleriyle karşısında. Yirmi sekiz yaşındaydı Ali ve sekiz yaşındaydı karşısında herşeyden habersiz haliyle kendisi. Elinden tuttu kendisinin usul usul yürüdü, yağmurun çamur deryasına dönüştürdüğütoprakta, gri bir uğultunun arasında elleri birdi ikisinin. Sadece beyaz bir çukur vardı şimdi ayaklarının dibinde,kahvrengi toprağı serpiyordu gelişigüzel beyazlığın üzerine insanlar. Küreği toprağa sapladı, içinde bir yerde düştüsekiz yaşındaki Ali. Kanadı iki dizi. Beyaza atmaya elvermedi yüreği, çukurun duvarına savurdu her defasında toprağı,bir daha… Bir daha… Bir daha. Beyaz artık görünmez oldu, kahverengi bir toprak yığını uzanıyordu ayaklarında.Mezar taşında ismini gördü babasının. “Ergun” yazıyordu simsiyah çirkin bir el yazısıyla… Uğultu artıyordukulaklarında Ali’nin. Başının sağ olmasını diliyorlardı tek sıra. Mezarlık diyorlar insanlar buraya, bunca ağaç yan yanagelince ya orman olur zaten ya da… Vedalaşmaların en ağırı demişti duayı okuyanlardan biri az evvel elini sıkarken.Veda! Sahi Ali!
 
Kafasını kaldırır kaldırmaz gördü, yemyeşil yaprakların altında, ulu gövdeleriyle çınarların göğsünde, Ali’ydi işte. İnceuzun parmakları ve düşmekten kabuk bağlamış dizleriyle gülümsüyordu. Gülümsüyordu misket nemi rengi gözleriyle…Kalabalık bir uğultunun ortasında fısıldadı yüreğinin çığlığında.
 
Hoşça kal çocukluğum, affet beni. Ben Ali! Yirmi sekiz yaşında, babamın mezarında, terk ediyorum seni. Büyük adamolma vakti.
 
 

Yorum bırakın