Cılız bir ışık sızıyordu çift katlara çıkanın camlı kapısından ve kumanda panelinde kırmızı kırmızı “servis dışı” yazıyordu. Hiç ihtimal vermesem de açıldı kapısı. Aaa!
Epey yukarılarda, onuncu katın hizasında filandı kabin ve ince boyunlu bir kuş gibi uzanıp yukarı bakma hissi kötüydü. Hem sonra şu iki metrelik boşluğa bunca çer çöp nasıl birikmişti? Asansör kuyusunu doldurarak hangi hain planı tezgâhlıyordu, apartman sakinleri?
Neyse ki tek katlara çıkanı hâlâ işliyordu da bindim. Başkası çekinirdi muhakkak. Ben onlardan değilim! Keçi gibi merdiven tırmanacağıma asansörcülere teslim ederim kaderimi! Hem İsmail’in arkadaşıyım ben, “Korkanın çocuğu olmaz!” diyen Laz İsmail’in. Hafta sonları çulluğa, bıldırcına giden, gözünü budaktan sakınmayan İsmail’in. Okey geldi mi fır fır dönen, iki çift geldi mi muhakkak çifte giden İsmail’in.
Kapıyı açmamla üzerime saldıran makine yağı kokusu bunaltıcıydı ama buna şikâyet etmek küstahlıkla eşti. Değil asansör kabini, tüm apartman bu kokuyla dolsa gıkımı çıkarmam, oksijen sayarım kendime. Hâliyle bir orta noktada buluşabilmeli, çok sayın kat malikleri de! Bakımları yapılmış asansör kullanmanın huzurunu yaşamak istiyorlarsa sızlanarak, söylenerek ömür sürmemeliler. Gelgelelim huylu huyundan vazgeçebilir mi? Yeniliklere alışamama, değişikliklere mesafeli durma, üç kuruş aidatı geciktirme hep onlarda.
Takır tukur katlanan emniyet kapıları içeriyi iyice daraltsa da hiçbir asansör kabini küçük sayılmazdı benim için. Dönüp mühürlü yapıştırmalara, babamın kıvrak imzasına baktım. Nizam, intizam, muntazam… Her şey psikoloji, her şey güven içindi. Gösterge panelinde 9 yanıp sönerken asansör sarsılarak yavaşladı, taklayarak durdu. Tam omuzlayacakken kapı açılınca bir anda koridorda buldum kendimi. Neler oluyor dememe kalmadan eniştem, köpek yavrusuymuşum gibi ensemden yakalayıverdi. Kaç yaş yaşlanmış yüzü, güleç çehresiyle bir tuhaftı. Kefen giyeli yıllar olmuşken nereden çıkmıştı? Kâh çekindiğimden kâh ufaklığımdan soramasam da onun şak diye söylemesi gerekmez miydi, çıktığı yeri? Fakat o “Hah!” dedi, sonra da “Nerde birlik, orda dirlik.” Kırpılmamış sigara sarısı bıyıklarını uzata uzata yanaklarımı öpüp korsan filmlerindeki papağanlar gibi omzuna oturttu beni. Merdivene meyledince boynuna dolanıp kel kafasına sımsıkı tutundum. Bir odun parçasını gevercesine “hıh, gâh” gibi şeyler mırıldanıyordu. Şikâyet etmesem bile huzursuzdum. Düşme korkusundan, yanağımdaki öpücüğün kalıntısından, hiç susmayan ağzından, burnumun direğini kıran sigara kokusundan… Döne döne yukarı çıktıkça başımın dönmesi de artıyor, terli ensesine iyice gömüyordum yüzümü. Fakat o, ha bire çıkıyor, çıktıkça çıkıyor, on katlı apartmanın yirminci, otuzuncu katını çıkıyor, çıktığı katların koridorlarında dur durak bilmeden fırıl fırıl dönüyordu.
Onca katı tükettikten sonra nihayet durduğunda sersemlemiştim. Başımı güçlükle kaldırabildim. Herhangi bir dairenin önündeydik ki eniştem kapısında dümbelek çalınca –pek maharetli adamdı vesselam- “İçeri gel,” dedi bir kadın sesi. Kapı aralanınca apartman koridoruna doğru bir rüzgâr esti. “Çabuk gir, hastam var.” Ayakkabıları gelişigüzel çıkarıp içeri girmiştik ki üst tarafı çıplak bir acuze karşıladı bizi. Aklımdan kırk tilki geçse de sustum, susmalıydım, biri soru soracaksa bu ben olmamalıydım. Zaten eniştem isteyen istediği gibi giyinir, soyunur havalarındayken bana neydi? Omzumu silker, öteye geçerdim! Yine de utandım tabii. Kırk evin kedisi değilim ki alışayım böyle şeylere.
Sofra hazırmış. Geçtik mutfağa. “Kâh kûh, birlik ve dirlik,” diyen eniştemin çayı masaya kurulmasıyla önüne kondu. Bekledim; bana bir şey gelmiyordu. Omzundan inip boştaki sandalyelerden birine tünedim. Bakışlarım masaya, tezgâha değen, içi boşalmış incirler gibi salınıp duran memelere takıldıkça utanıyor, sıkılıyor, hâlimi belli etmemek için enişteme dönüyordum. Fakat onun aklından geçenleri nereden bileyim? “Hah!” deyip yanındaki sandalyeyi tapışlayınca ikiletmedi öbürü. Oturur oturmaz ekmeğe tereyağı ve bal sürüp uzattı. Eniştem bir diş ekmekten, bir diş memeden… Bir fırt çaydan, bir fırt memeden… İkisi de boğazlı, istekliydi. Birinin ağzı, diğerinin ağzıyla memeleri boş durmazken omuz silkmek çare mi? Nitekim karnı doyan misafir, gözleri kıvılcımlı bir aznavurdu artık. “Topla şunları.”
Kahvaltılıkları birer ikişer tezgâha götürüp masayı gelişigüzel silen cadının ivecenliğini görmek korkunçtu. Bense ekmek sepetinin üzerine kusabilecek denli berbat, yerinde kaybolmuş, karmakarışıktım! Kadın için yokoğluyoktum da ya eniştem, o da mı unutmuştu varlığımı? Koluna dokundum, safi ateşti. Sarı bıyıklarının altındaki sarı dişlerini sakınmadan baktı yüzüme. Bakışlarımı kaçırdığımı görünce de gülerek “Fırsatları tepmeyeceksin,” dedi. Belinden kavradığı yaşlı kadını kendine çekerken kalktım. Kapıdan çıkarken ağzı dolu dolu seslendi bana: “Bah! Gözüm üstünde.”
Bir rüzgârla fırladım evden, kapılar pencereler çarptı. Asansör kabinine binmemle makine yağı kokusu yine -neyse ki- her şeyi bastırdı da bakım yapıldığını hatırladım. İsmail sanki “Boş ver, dalgana bak!” diye fısıldadı bir yerlerden. Gösterge panelinde 5 rakamı yanıp sönerken sarsılarak yavaşladı asansör, ardından taklayarak durdu. Omuzladığım kapı, duvara çarpıp geri gelirken son anda aradan kaçabildim. Bizim kapının önüne gelip her zamanki tekmelerimle kendimi duyurmaya kalksam da ilk tekmede içeri düştüm. “Vay! Bizim minik canavar gelmiş başkan!” Bizim evde ne arıyordu, kırk yedi nolu ganyan bayi? Gerilerden sesi gelen, hâlime gülen babam mıydı? Canım yanmasa omuz silkerdim ama… “Kapının açık olduğunu fark etmedin mi?” Yok, ettim de şamata olsun diye…
Niye geldiğini değilse de ne zaman geldiğini sordum. “Senden önce olduğu kesin,” dedi gülerek. Bugün de herkes pek latif! Odama geçecekken “Gel hele…” deyince istemsiz salona geçtim. Karşısındaki berjeri göstererek “Koca adamsın, konuşalım biraz,” dedi. Fazla kalmayacağımı göstermek için ucuna iliştim berjerin. “Sakıp’a borçlarınızı ödememişsin. Dükkâna da… Ona geldim.”
Dükkân dediği plazaydı ve Sakıp orada içi alaylı dışı kalaylı bir oyun salonu işletiyordu. Ağzı kalabalıksa da sürdürmedi. Sakız mı çiğniyordu? “Sigarayı bırakmaya çalışıyorum da…” Dolgun kırmızı yanaklar, torbalanmış göz altları, güleğen çehre. Bıyıklar ve dişlerde eniştemin kefenden önceki hâllerinden izler… Ne yapsa tekinsiz, muammalı. Kırk tarakta bezi var, her türlü çıkarına bakar. Yumruğunu kolçağa vurarak söyleniyor: “Ver Sakıp’ın parasını. Dükkânınkini de…” Sustuğumu gördükçe yükseliyor sesi, derken bağırıp çağırıyor. “Yazık değil mi? Aidat almayıverin bari! Mahvolmuş çocuk!” Omuz silkerek onaylıyorum. “Gel buraya bakayım.” Yineleyince sakınarak yaklaşıyorum. “Gel, gel!” Parmaklarımın ucuyla sokuluyor, bedenimle geriliyorum. “Gel, gel!” İtimadım sıfır, dolayısıyla menziline girdiğimden tetikteyim. İlk darbeyi savuşturup kaçacağım. Ne var ki yüksek otlar arasında saklanan avcı hayvan çevikliğiyle atılıyor. Kımıldayamıyorum bile. Hop atıp hop tutuyor, kucağında tartıyor. “Artık büyü.” Olur, büyürüm.
Dizine oturttuğunda, kussam ya şunun üstüne diye düşünüyorum ama öyle kuru ki içim, boğazım hiçbir şey gelmiyor ağzıma. “İşleriniz nasıl?” diye geveliyorum her şey olağanmışçasına. Esniyor sesli sesli. “Gelin bindi deveye, gör kısmeti nereye.” Oldum olası anlamadım zaten bu adamı. “Senin peder de mühim vakitlerde hiç ortaya çıkmaz.” Yere indirmesini fırsat bilip salondan ayrılırken duymazdan geliyorum “Akıllı ol!” diye söylenmesini. Üzerinde durmamalı, aksine bir an evvel uyumalı ve bu berbat günden kopmalıyım. Tek solukta odama geçiyorum. Ne var ki en az yirmi yaş yaşlanmış Önder yatıyor yatağımda. Onu görmemle gözümün sızısı nüksediyor. Varlığımı hissedince mavi gözleri aralanıyor. Aramızdaki mesafeyi korumaya özen gösteriyorum.
“Nedir bu patırtı?” Zaten herkes normal, bir ben sıra dışıyım! “Benim yatağımda yatıyorsun.” Üzerindeki yorganı tekmeyle yere düşürürken soğuyor mavileri bakışlarının. “Şunu ver.” Sandalyedeki gömleği uzatıyorum. Tek kolunu geçirir geçirmez, üzerime atlıyor. Of! Ben gene hazırlıksızım. Karnımla göğsüme öyle oturuyor, ellerimi öyle tutuyor ki kıpırdayamıyorum. “Bırak beni,” diyorum ağlamaklı. “Rahat dur, gözüne bakacağım.” Ben gevşeyince o da gevşiyor. Sol gözümü muayene ediyor kendince. Dudağının kenarındaki yılışık gülümsemeyi görmesem şefkatine inanacağım. “Hak ettin o yumruğu ama kan fena oturmuş. Doktora gösterdin mi?” diyor. Göstermediğimi, aldırmadığımı işitince şaşırıyor. “İhmale gelmez, maazallah kör olursun.” Karşılık vermeme kalmadan gözümün içine tükürüveriyor. Dünyam bir anda bulanıp karışırken küt parmaklarıyla gözümü kapamamı engelliyor. Kocaman, kıvamlı tükürüğü göz çukuruma yayılırken sudan koparılmış balık gibi çırpınıyorum. Hepsi boşuna. “Depreşme, olacakla öleceğe çare bulunmaz!” Kabullenmeye, kabullendikçe sakinleşmeye, sakinleştikçe rıza göstermeye başlıyorum. Çaresizliğim sabit.
Hafta sekiz, gün dokuz çaresizliğim baki. En sonunda kilitleri çözüp “Bırak apartman gezmelerini de yat, dinlen biraz,” diyor. Prangalarından kurtulan bir mahkûm gibi ağır ağır yatağın içine, yorganın altına sürüyorum bedenimi. Peşimden gelip üzerimi sıkılıyor, ateşime bakıyor, yanağımı öpüyor. “Dikkat etmelisin kendine.” Gözlerimden yaşlar süzülürken İsmail’e ne çok benzediğini fark ediyorum. Aslında bu Önder de insaflı çocuktur, hâlden anlar! Omzumu tapışlayıp çıkıyor dünyamdan. Derken bir kapı gıcırtısı ve yumuşacık bir dokunuş… Sen mi geldin Rüya’m? Nasıl girdin içeri? Karım görmese bari. İyi saklansaydın… Ne bu durgunluk, canın mı sıkkın, mutsuz musun kocanla? Gözlerin puslu, gamlı, uzak. Sanki yaşlanıyorsun… Ben neyse de sana yakıştıramam. Bahar dalısın. Nar çiçeği, boncukotu, gülhatmi, müşkürüm, şeftali çiçeğisin. Hayalin bile rengârenk. Güzelim. Hıııh. Mis kokulum. Hıııım. Rüya’m? Karım. Seninle soluk al… Karım? Karım mı? Karım! Gözleri gözlerimde… Evet, kesinlikle o. “Ka-rı-cı-ğım.”