Rüzgâr sıcak yazdan kalan son güzel anıları dağıtmak istermiş gibi acı acı esiyordu. Bulutlar ağlamak ya da ağlamamak konusunda seçim yapmaya çalışıyor gibiydiler. Şehrin dışında kalan arazinin yanında bir araba durdu. İçinden inen sakalları yeni terlemiş uzun boylu genç adam koşar adımlarla bahçe kapısına yaklaştı. Elindeki kırmızı buketi özenle taşıyor bir yandan da kıyafetlerini düzeltiyordu..
Yaşlı gövdemin gölgesinde bulunan toprak yığınının yanına gelince, hürmetle diz çöktü. Kuru toprağın üzerindeki arsız otları temizledikten sonra buketi yerine yerleştirdi. Tüm bunları kutsal kitabı tutar gibi bir özenle, çabuklukla yapıyordu.
Sırtını gövdeme yaslayıp dizlerini karnına çekerek oturdu sonra. Arada bir konuşacak gibi oluyor ama kelimeler ağzından dökülmüyor, yerini kesik hıçkırıklara ya da derin nefeslere bırakıyordu. Uzun süre bir sonra genç adam tok sesiyle konuşmaya başladı:
“Yokluğun kızgın çöllerde su aramak gibi, hayalin ise serap… Bugün tam on yıl oldu anne. Çölde su aramaya başlamamın üzerinden on yıl geçti. Buruk gülüşlerin arasında kahkahaları aramak, rüzgâr esintisinde kokunu hissetmek ve her uyandığımda seni düşünmek benim için yemek yemek,su içmek gibi normalleşti. Olur da yüzün göz kapaklarımdan silinir diye on yıldır ödüm kopuyor. Artık 18 yaşındayım. Tanıyamayacağın kadar büyümüş olsam da kalbim hâlâ duvardaki gölgeleri sen sanıyor. Beynim bu küçük illüzyona izin vermese, yaşayamayacakmış gibi hissediyorum. Senin olmadığın bir dünyada, senin izlerin de kaybolursa ne yaparım?”
Hava iyice kararıyor, yağmur genç adamın kızarmış gözlerini örtercesine yağıyordu. Konuşmaya başlarken tok çıkan sesi, artık üzgün bir çocuğun sesi gibi titriyordu. İnsanın tarifi olmayan acıları dışarı vurması zordu. Yeterli nefesi alan genç konuşmaya devam etti:
“Seninle daha fazla zaman geçirmeyi, gülmeyi, karlarda yuvarlanıp yağmurlarda ıslanmayı, aynı havayı solumayı o kadar çok isterdim ki… Okuduğun kitapları okumak, aynı satırların altını çizmek, aynı filmlerde ağlayıp gülmek bana o kadar iyi geliyor ki… Günlüklerinle seni tanıyor, tanıdıkça hayran kalıyor, babamın cümleleriyle sana âşık oluyorum. Seni ruhumda, aklımda, kalbimde yaşatıyorum. Sabah uyandığımda aynaya bakıp gülümsüyorum. Babam anlam veremiyor ama ben içimdeki sana gülümsüyorum. Biliyorum, insan unutulmadıkça ölmez. Geride bıraktığı izlerle de yaşar. Sen gece ay ışığında, sabah cıvıldayan kuşların sesindesin. Duymak, görmek isteyen herkes kaybettiğini bulur. Belki yaprak hışırtısında belki kelebeğin kanadında…”
Islanan genç rüzgâr ve içindeki acının etkisiyle titriyordu. Artık gitmesi gerektiğini anlayınca usulca kalktı ve istemeyerek uzaklaştı. Ağır ağır arabasına bindi ve meçhule doğru yol aldı.
İnsan anne babasını seçemezdi ama eşini pekâlâ seçebilirdi. Yanlış seçimler ise insanın mezara girmeden yaşadığı ve zincirin ilk halkasını oluşturan kabir azabıydı. Gülmeyen çocuklar, mutsuz evler, aynı evde yaşayan yabancılar zincirin diğer halkalarını tamamlıyordu. Bir de öyleleri vardı ki, onları araya giren amansız ölüm ayırıyor yine de sevgileri hiç bitmiyordu. Birbirlerine esen rüzgârla, yağan karla dokunuyorlar, ölen kişinin ardında bıraktığı izlerle konuşuyorlardı. Tıpkı gölgemde ebedi uykuya yatan beden gibi…