“Uyandınız” diyen bir ses ile uyandım. Doktorun sesi olmalı. Uyandığım halde gözlerimi açmak istemiyorum, rüya devam ediyor, sabitlenmiş bir bakışla sana bakıyorum. Sanki uyumak için direniyorum. Bir metre uzağımdasın ve ben seni tam olarak göremiyorum. Sadece bir silüet. Rüyada mıyım yoksa gerçek hayatta mı ayırt edemiyorum.
Sedyedeyim, kolum dirseğimden dışarı doğru açılmış ve elimde beyaz buruşturulmuş, sıkıca tuttuğum bir kâğıdı sana doğru uzatıyorum. Almanı söyleyemiyorum çünkü konuşamıyorum.
İkinci sesi duyuyorum o sırada, “Anne iyi misin?” diyor Aslıhan. Dönüp bakıyorum onu da göremiyorum. Tekrar kâğıdı verme eylemine dönmek istiyorum, o kâğıdı sana vermem lazım fakat ne konuşacak haldeyim ne de hareket edecek. Yavaş yavaş ayılırken bakıyorum elim boş, demek ki bir rüyaymış diyorum. Bir an rüyaya geri dönmek istiyorum. Hayır, artık çok geç. Uyandım ve sen yoksun.
Hiç görmediğin, hiç birlikte olmadığın birini rüyada görmek nasıl bir duygu diye düşünüyorum. Nasıl olur böyle bir şey, neden olur çözümlemeye çalışıyorum. Bu bir akıl oyunu mu? Yanılsama mı? Bir illüzyon mu? Dejavu? Çözmem lâzım, yaşadıklarımı anlamam lâzım. Hayır, dejavu olamaz daha önce hiç yaşanmadı ki! İllüzyon hiç olmaz, nerede o sihirbaz? Sadece bir rüya derken Freud’un rüya tabirleri geliyor aklıma.
Freud rüyalarla ilgili ilk ve en kapsamlı araştırmaları yapan bilim adamı, bir nörolog, psikanalizin kurucusudur. Yaptığı araştırmalarda rüyaların temelinde insanın bilinçaltındaki bastırılmış, açığa çıkmamış arzularının yattığını söyler. Rüyalarda görülen objeler de bu arzularla ilintilidir Freud’a göre. Gerçekleştiremediğimiz hatta kendimize bile itiraf edemediğimiz gizler, duygular rüyalarımızı oluştururmuş. Pratikte düşündüğümüzde doğru olduğunu görüyoruz. Çok istediğimiz şeyleri görürüz rüyalarımızda, özlediğimiz kişileri, yerleri, sahip olmak istediğimiz şeyleri görürüz. Gerçek hayatta uygulamayı başaramadığımız planlarımızı rüyalarda olmuş gibi gördüğümüz, yaşadığımız çok olmuştur. Freud kim bilir kaç kişiyi, kaç rüyayı dinleyerek bu sonuca varmıştır.
Peki neden o buruşturulmuş kâğıt elimdeydi, acaba bir mektup muydu? Yazılmış fakat gönderilmemiş bir mektup olabilir mi? Hani öfkeyle yazdığımız sonra buruşturup attığımız mektuplar gibi, hani yazıp bir şeyler itiraf edip sonra pişman olup yırtıp attığımız mektuplar. Diyelim ki öyle bir mektuptu, sana neler yazmış olabilirdim acaba?
Söyleyebildiklerim ve söyleyemediklerim neler olabilir? Ancak içe dönük kişiler dolaysız, apaçık söyleyemedikleri şeyleri mektupla söylemeyi tercih ederler. Ben bir introvert olduğuma göre, o kâğıt neden bir mektup olmasın?
Sana bir introvert olduğumu söylemedim hiç, belki buna güler geçerdin. Öyleyim gerçekten. İçe dönük ve atak. Gülme sakın, ambivert yerine kullanılmış bir deyim bu.
Yetmişli yıllarda çok satan bir kitabın adıdır, İçe Dönük ve Atak, yazarı Mehmet Şeyda bu kitap ile 1974 yılında TDK ödülünü almıştı. Kitap çok satmıştı, biz de kitabı çok satmıştık. O sıralarda İzmir Kordon’da Atlantis Kitabevi adında bir mağazamız vardı, kitapçılık yapıyorduk.
Kitapta tuhaf bir adamın değişken duygusal dünyasını anlatıyor yazar. Aslında hepimiz yaşıyoruz o değişken duyguları ama ya saklıyoruz duygularımızı ya da kabul etmiyoruz. Belki o kabul etmemelerin sonuçlarını da yine rüyalarda yaşıyoruz farkında olmadan. O kâğıt sana yazıp da gönderemediğim bir mailin rüyaya yansıması neden olmasın?
Geleceği belirleyen bir rüya da olabilir. Örneğin bu yazı rüyamda gördüğüm o buruşturulmuş fakat daha sonra atmaktan vazgeçip sana vermek istediğim kâğıt belki, neden olmasın? Benim de duygu değişkenliği yaşamam mümkün.
Şimdi ne yapacağım biliyor musun? Son zamanlarda çöpe attığım yazılarımı tekrar not defterime geri yükleyeceğim, mutlaka sana yazdığım ama göndermediğim bir mektup olduğuna inanıyorum. Öyle bir mektup varsa sana göndereceğim. Yoksa da zaten bu yazdıklarım bir mektup yerine geçer.
Dedim ya içe dönük ve atak biriyim. Bu arada ayıldım, kendimdeyim.