Aylaklık Fenomeni

Yol, kendine bir yer bulamamış kişinin özlemidir.

Oruç Aruoba”

Haset, insanlığın şafağında, Kabil’le tohumlanan duygudur. Başka deyişle, Kabil’in, kardeşi Habil’i katletmesiyle sonlanacak olayın müsebbibi. Haset için başkalarına ihtiyaç vardır. Tek başına bir ada yaşamında, pek çok duygu deneyimlenebilir. Korku, huzur, hüzün, mutluluk, neşe, endişe, umut, çaresizlik… Oysa haset, başkalarının yargısını önemser; beğenisini fethetme yöneliminden doğar.

“Habil’in sunduğu etin dumanının dosdoğru yükselerek sonsuz uzayda yok olması, efendinin onun sunduğu şeyi kabul ettiğinin ve bundan haz aldığının işaretiydi; ama Kabil’in de aynı şevkle yetiştirdiği bitkilerin dumanı çok yükselmedi, toprağın hemen üzerinde, anında dağıldı; bunun anlamı, efendinin en ufak minnet duymadan onu reddettiğiydi.” (Saramago, 2011: 30)

Jose Saramago, “Kabil” isimli kadim miti temel alan kurgusal metninde bunları yazar. Devamında yaratıcının Kabil’e verdiği cezayı, bir romancı özgürlüğüyle söze döker: “Yeryüzünde kaçak ve serseri olarak dolaşacaksın. ‘Bu durumda her önüme gelen beni öldürülebilir.’ ‘Hayır, çünkü alnına bir damga basacağım, kimse sana kötülük yapamayacak…’” (Age: 33)

Yaratıcı tarafından ebedî sürgün ve gezgin olmakla cezalandırılan Kabil, zamana, mekâna ve kültüre yerleşemeyen kişi olacaktır. Bu aylaklığın kavramsal tanımıdır. Kabil, kadim mitleri kronolojik açıdan ele aldığımızda, tarihin ilk aylağı olarak karşımıza çıkar. İlk uyumsuz, ilk tutunamayan… Öte yandan Kabil’i aylak kılan yalnızca yerleşememesi değildir. Aylak, aynı zamanda bu yerleşik olmama halini ceza olarak değil, ödül olarak algılayan kişidir. Haset duygusundan kurtulan, diğerlerinin yargısını, beğenisini dikkate almayan kişi.

Kabil aylak fenomenini hakkıyla içselleştirebilmiş midir, tartışma konusu olmakla beraber bir başka aylak, -bin yıllar sonra- aylaklığı Tanrıların katından yeryüzüne indirecektir. Epik aylak olarak tanımlayabileceğimiz Kabil’in aksine Don Kişot, lirik bir aylak olarak belirecektir. İster epik olsun ister lirik, aylağın yegâne göstergesi, toplum dışı varlık oluşudur. Saramago’nun kelimeleriyle ifade edersek, aylak alnında -âdeta kendini öteki kılan- bir damga ile dolaşmaktadır. 

Toplum dışı olmanın yanı sıra, nesnel dünyaya da ait olmayan Don Kişot, hülyaları, ülküleri olan lirik bir aylaktır. Görünen dünyayı değil, görünmeyeni esas alır. Toplumsal normlara yerleşik yaşayan insanlar, karşılarında bir yel değirmeni görürken Don Kişot canavarlar görür. 

“Şunu bilmek gerekir ki, asilzademiz, işi olmadığı günler -aslında neredeyse yılın büyük bir bölümü böyle geçerdi- kendini şövalye romanları okumaya o kadar zevk ve merakla vermişti ki, avlanmayı ve çiftliğinin idaresini neredeyse unutmuştu. Hatta bu merak öyle bir noktaya vardı ki, en iyi topraklarından birçoğunu şövalye romanları almak için sattı ve bu konuda neler bulduysa evini onlarla doldurdu.” (Cervantes, 2006: 15-16) 

Aylak, boş zamanı olan veya onu yaratan kişidir. “Böylelikle iş sadece boş zaman işi haline gelir, bu sınıf (aylak sınıfı) üretici bir iş yapmaz.” (Veblen, 2005: 51) Romanda, Don Kişot’un işinin olmamasıyla bu duruma atıf yapılmaktadır. Ne var ki, Don Kişot’u kavramsal düzeyde aylak haline getiren, onun roman okuma alışkanlığıdır. Aylak, başka bir deyişle zamana, mekâna ve kültüre yerleşemeyen kişi, öncelikli olarak sabit, statik bir fikre/kanıya yerleşemez. Sürgün olma hali, önce düşüncelerde başlar. Hatta düşünce, bizatihi yerleşik olmama, kendini yerinde hissetmeme halidir. 

Deleuze ve Guattari, “yersizyurtsuzlaşma” kavramıyla, artık doğru ya da yanlış düşüncenin olmadığını, sadece düşüncenin olduğunu ifade ederler. Erk merkezlerinden uzaklaşan kaçış çizgilerinin çokluğunca başıboş dolaşma vardır. (Goodchild, 2005: 16)

Düşüncenin başıboşlaştırdığı aylak, kitaplarla başladığı serüvenci yaşamını dış dünyaya taşıyacaktır. Yola düşecek ve kendini belirsizliğe bırakacaktır. Kültür normlarla, mekân mülkiyetle, zaman ise eylemler üzerinde yarattığı etkiyle belirlenim oluşturur. Aylak, belirlenimden doğan tahakkümü kabul etmez. Mekândan soyutlanmış olmayı, zamanın etkilerini yitirdiği bir yaşam formu takip eder. Genel itibarıyla dokuzdan altıya çalışan, on iki otuzda yemeğe çıkan, ana arterlerde belirli saatlerde yolda olan kent insanının aksine, kendini zamana amir kılar. Arka sokaklar onun için ana arterlerden farksızdır. Aylak, dış dünyadaki hiçbir şeyle (zaman, mekân, kültür) fayda temelli bir ilişki kurmaz. Bu anlamda, yaşamla bağlantısı rasyonel değildir. Onun için yalnızca öznel değerler vardır. 

“Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi: Gene güldüm. O, ‘Bırak böyle şeyleri canım!’ diyerek pratik hayatın muvaffakiyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti. Kendisine cevap verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini asla aklına getirmeden, küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti hayattaki muvaffakiyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç çekinmiyordu. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle kendisine daha çok cesaret veriyordum.” (Ali, 2004: 14)

Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” romanında, Raif Efendi’nin arkadaşının, Hamdi ile kurduğu diyalog, aylağın toplumla karşılaşmasına ve çatışmasına örnek teşkil eder. Bu çatışma, toplumsal alandaki fayda ile öznel değerler arasındaki çatışmadır. Bir başka deyişle, pragmatik kavrayışla, varoluşsal kavrayış arasındaki karşıtlıktır. Aylak için hareket noktası, toplumsal olana uyum değil, kişisel beğenilerin ve inanışların hayata geçirilmesidir. Aylak, yapıp ettikleriyle varoluşunu hissetmeye çalışır. Aynılaşmanın tuzağını fark eder. Pratik yaşama tam anlamıyla katılmaması, onu bir yanıyla teorik bir kişi haline getirir. Kentin sokaklarında gezinen aylak, aynı zamanda yaşama uzaktan bakan, ona dair düşünen, deyim yerindeyse -kentin ara sokaklarını, bulvarlarını, insanlarını zihnine kazıyarak- kentin belleği olan kişidir. 

Walter Benjamin “Pasajlar” isimli yapıtında, “Flâneur” olarak tanımladığı aylak kişinin kente bakışını, kent karşısındaki konumlanışını şöyle anlatır: “Paris, ilk kez Baudelaire’de lirik şiirin konusu olur. Bu şiir, yöresel sanat niteliğinde değildir; burada alegorik sanatçının, yabancılaşmış sanatçının bakışlarını kente çevirmesi söz konusudur. Bu, kendi yaşam biçimi, büyük kent insanının artık eşikte olan kapkara yaşam biçimine henüz bazı parıltılar katabilen Flâneur’ün bakışıdır.” (Benjamin, 2002: 98)

Aylağın pratik yaşama dışarıdan bakışı, yaşamın gailesine katılmayışı yukarıda belirtildiği gibi aylağın “boş zaman”ını doğuracaktır. Toplumsal düzleme yerleşik yaşayan kent insanı, bir yandan boş zaman talebi içerisindeyken öte yandan boş zamandan kaçınma eğilimi gösterir. Kent insanı için boş zaman, can sıkıntısı denilen ezici duygunun kaynağı olarak karşımıza çıkar. Bu duruma verilebilecek en iyi örnek, Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında geçmektedir: “Örneğin ‘pazar nevrozu’, iş haftasının yoğunluğu geride kalıp, içlerindeki boşluk kendini belli ettiğinde hayatlarındaki içeriksizliğin farkına varan insanların durumunu tanımlayan bir depresyon türüdür. İntiharın çok da az olmayan bu kısmı bu varoluşsal boşluğa atfedilebilir.” (Frankl, 2021: 112)

Sıkıntıdan sıyrılma gayreti üzerine kurulan sıradan yaşam, dış dünya tarafından kesintisiz üretilen uyaranlarla doludur. Yaşamdaki karşılaşmalar, bundan dolayıdır ki fayda veya haz temeli üzerinde yapılandırılır. Aynılaşan insanın sıkıntı duygusu altında ezilmemesi, ancak içinden geçtiği deneyimin ona -gelecekte- fayda sağlaması veya -şimdinin içinde- haz vermesi yoluyla mümkün olabilir. Aylak ise gerek entelektüel yatırımı gerekse okuduğu romanlar yardımıyla, sıkıntı ile baş edebilen kişidir. 

Aylağın sıkılmamak veya güvende hissetmek için başkalarına ihtiyacı yoktur. Şehrin kalabalığı, kentin sokakları onun için temaşa konusu olması bakımından önemlidir. Akıp giden yaşam, seyirlik bir yaşamdır. Aylak için en önemli mesele, -bu yaşamda- varoluşunu gerçekleştirebilmektir. Bundan ötürü, belirlenim içerisindeki ilişkilerin tarafı olmaktansa yalnız olmayı tercih edecektir. Türk edebiyatında, aylak temalı ilk metinlerden biri olan Attilâ İlhan’ın “Sokaktaki Adam” romanında, alaycı ve metaforik bir tanımlamayla bu konuya değinilir:

“Hâlâ Recai’yi anlatıyor. Neden bazı insanların böyle oturdular mı, saatlerce kendisinden bahsedecekleri birer Recai’leri vardır? Ve benim yoktur. İçim götürmüyor.” (İlhan, 2012: 61)

İstisnalar bir yana konularak söylenirse, toplumun genelinde ilişkiler genetik, pragmatik veya -evlilik dediğimiz- kurumsal hassasiyetlerle kurulur. Aile kan bağını, iş arkadaşlığı bir arada olma zorunluluğundan doğan faydayı, evlilik ise sonradan edinilmiş akrabalığı temel alır. Kabil’den Don Kişot’a ve sonrasında günümüzün aylak ikonlarına baktığımızda, tamamına yakınının aile, iş arkadaşlığı veya evlilik olarak adlandırabileceğimiz ilişkiler kuramadığını veya o ilişkilerde kalamadığını görürüz. Aylak, dış dünya ve dış dünyadaki kişilerle, kendini gerçekleştirme yöneliminden doğan bir ilişki kurar.

Yaşamla ve kişilerle kurulan bu ilişkide, -az önce ifade ettiğimiz gibi- ekonomik temel, esas alınan katmanlardan biri, hatta o katmanların başında gelenidir. Toplumsal yaşamda statü ve para elde etme amacıyla dış dünyaya yaklaşma, deyim yerindeyse yaşam karşısındaki stratejik konumlanış, anti aylakça bir tavırdır. Aylak, stratejik, başka deyişle gelecek düşüncesini öne alan bir tutumu benimsemez. O daima şimdide yaşar. Bundan dolayıdır ki ekonomik düzeyde sermaye birikimine karşı koyar. Tarihin önemli çapkınlarından ve şüphesiz aylaklarından Casanova’nın sözü bu durumu doğrular: “Bugün zengin olsaydım kendimi suçlardım. Fakat hiçbir şeyim yok, her şeyi çarçur ettim; bu beni biraz avutuyor ve yaptıklarımı haklı çıkartıyor.” https://www.ekdergi.com/askin-kapitalizmle-bir-ilgisi-olabilir-mi/ (Erişim tarihi: 03/06/2002)

İlk gençlik yılları boyunca ağır işlerde çalışan Jack London’un, çalışmayı bırakıp sadece aylaklık etmesini anlattığı ve Yol olarak dilimize çevrilen metinde de yaşama benzer bir yaklaşım görürüz. 

Aylağın kavrayışı, Antik Yunan’da genel hatlarıyla, hareketsiz olan Tanrı’ya en yakın olarak kabul edilen entelektüel/filozof sınıfın bedensel hareketinin sınırlı olması gerektiğine yönelik kavrayışa yakındır. Onun için sevmediği ve yapmak zorunda olduğu için yaptığı işlerde çalışmak, mahkûmiyet hayatından farksızdır. Zira kişinin yaşamdaki yegâne gayesi, kendini gerçekleştirmektir. Çalışmanın bu denli kutsandığı bir yaşamsal düzlem, aylağı bu kutsal gayeden ayrı düşürecek, tembellik hakkını elinden alacaktır. 

Paul Lafargue, “Tembellik Hakkı” isimli kitabında, çalışmayı bir tür delilik ve çılgınlık olarak tanımlar: “Kapitalist uygarlığın hüküm sürdüğü uluslardaki emekçi sınıfları tuhaf bir çılgınlık sarmış. Bu çılgınlık, şu zavallı insanlığa iki yüz yıldır işkence eden bireysel ve toplumsal sefaleti de ardı sıra çekip getirmekte. Bu çılgınlık, bireyi ve çoluk çocuğunu yaşamsal güçlerini tüketmeye kadar iten çalışma aşkıdır, can çekişen çalışma tutkusudur.” (Lafargue, 2015: 26)

Aylağı deli kılan ise, çalışmanın veya toplumun normlarına yerleşme çabasının -başka bir yaşam mümkün değilmişçesine- yarattığı delilik değildir. Aylak, toplumun uyumsuzu, lüzumsuzu ve ötekisi olarak delileştirilmiş kişidir. Onun yapıp ettikleri, diğerlerinin gözünde kendi çıkarına değildir. Tıpkı bir deli gibi aylak da çıkarını düşünmeyendir. Bernard Shaw, mantıklıları topluma uyum sağlayanlar, mantıksızları ise toplumu kendine uyduranlar olarak tanımlar. Tüm gelişmeyi ise, mantıksızlara borçlu olduğumuzu ilave eder. (Grant, 2020: 13) 

Böylesine kişilerdir aylaklar. Deyim yerindeyse, insanlığın muhayyilesi olan kişilerdir. Aylaklık fenomeni ise, bu muhayyilenin yarattığı bütünsel etkidir.

KAYNAKLAR:

Ali, Sabahattin (2004). Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Benjamin, Walter (2002). Pasajlar (çev. Ahmet Cemal). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Cervantes, Miguel de (2006). Don Kişot, (çev. Nalan Barbarosoğlu). İstanbul: Say Yayınları.

Frankl, Victor (2021). İnsanın Anlam Arayışı. (çev. Özge Yılmaz). İstanbul: Okuyanus Yayınları.

Goodchild, Philip (2005). Deleuze&Guattari Arzu Politikasına Giriş. (çev. Rahmi G. Öğdül). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Grant, Adam (2020). Orijinaller. (çev. Barış Emre Alkım). İstanbul: Modus Kitap.

İlhan, Atilla (2012). Sokaktaki Adam. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Laforgue, Paul (2015). Tembellik Hakkı. (çev. İhya Kahraman). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Saramago, Jose (2011). Kabil (çev. Işık Ergüden). İstanbul: Kırmızıkedi Yayınları.

Veblen, Torstein (2005). Aylak Sınıfın Teorisi (çev. Zeynep Gültekin, Cumhur Atay). İstanbul: Babil Yayınları.

https://www.ekdergi.com/askin-kapitalizmle-bir-ilgisi-olabilir-mi/ (Erişim tarihi: 03/06/2002).

Yorum bırakın