Aylak İnsan, Yolculuk Nereye?

 Yolculuk memlekete yine. Yıllık izinde değilim ne bayram tatili ne de resmî tatil. Kafa tatili diyorlar ya ondan. Tam aylak işi bu sefer, öyle esti işte, dükkânı kapattım, üstüne de cumartesi, pazar. Yetmez ama olsun gari.

 İş güç derdine mecburi ayrıldık memleketten. Tamam burada kazanç iyi de özlem var hep, bitmiyor hiç. Her kavuşmada bir heyecan, bir sevinç. “Acaba orada yaşamaya devam etseydim yine bu kadar çok sever miydim?” diye düşünüyorum zaman zaman. Eski arkadaşlara bakıyorum, memlekette kalanlara, çoğu, benimle aynı dertlerden şikayetçi. Belki de hasretlik böyle çok sevdiriyor insana, bilemiyorum.
Ah! şimdi bu mevsimde nasıl da yeşermiştir ovalar. Sokaklar mis gibi kekik, zeytin kokuyordur. Al eline bir değnek, gez, kır bayır. Aylaklık, avarelik etmek arada bizlerin de hakkı.

 Ohooo, böyle hayallere dalmaya başlarsam, bu sefer otobüsü kaçıracağım. Geçen sefer tam otogara doğru yola çıkacağım, annemin yaptığı ayva reçeli düştü aklıma, “Rendesi mi daha güzeldi, doğrayarak yapılanı mı?” onu düşündüm tam bir saat. Sonra baktım saat gelmiş, aceleyle çıkayım derken, biletimi almayı unutmuşum. Otogardan taksi bul, dön eve, bileti al, tekrar otogara dön… mahvoldum resmen. Bu sefer de otobüsü kaçırırsam, dillere düşerim bizim çevrede. Adım aylağa çıktı zaten. Çok geziyormuşum. Bir an evvel evden çıkmalı ve otogara atmalıyım kendimi. Taksi gelmiş zaten, aşağıda, düüt çekiyor.

 Otogar epey kalabalıktı. Özellikle hafta içini seçtim kalabalığa takılmamak için ama benim gibi düşünen epey insan vardı sanırım. O değil de umarım seyahat arkadaşım çok konuşkan değildir. Yolculuklarda gözlerimi kapatıp hayallere dalmayı ya da defterime notlar almayı çok seviyorum, ancak konuşkan ve ısrarcı bir yol arkadaşı, kendi iç dünyama yapacağım yolculuktan alıkoyabilir beni. Sürekli birilerini dinlemek ya da birilerine dert anlatmak pek sevdiğim bir şey değil. Hele de yakinen tanımıyorsam.

 Otobüs hareket etti nihayet. Yanımdaki koltuk şansıma boştu. Sıcacık hırkama sarındım. Bahar geldi ama aldanmamak gerekti, yünlü bir hırka, bu yaşlarda, en sıcak kalpli sevgiliden bile daha büyük bir ihtiyaç. Muavinin anonsu başladı. Ezberlemiştim senelerdir: “Bilmem ne turizmin sayın yolcuları…” Final cümlesi de “İkram servisimiz başlayacaktır, lütfen koltuklarınızı dik konuma getiriniz.” olacaktı. Nihayet yeme içme faslı bitti. Çöpler de toplandı, şimdi kafayı cama gömüp, sokak lambalarının aydınlattığı karanlık şehirleri izleme vakti geldi. Gece ne kadar garip bir vakittir. Her gün üzerinden geçtiğim köprü bile bir farklı göründü şimdi gözüme. İçim ürperdi, Fatih Sultan Mehmet falan geldi aklıma. Karalardan mı yürütmüştü gemileri o? Uykum mu geldi benim yoksa?

 İçim geçmiş, feribota binmiştik bile. Feribot telaşsız kıpırtılarla hareket etti. Şimdi dışarı çıkıp hava alma zamanı geldi. Gözümü karanlık denize çevirdim, hiçbir şey demedi bana çok garip, oysa ben deniz aşığıyımdır. Belki de insana hayaller kurduran şey denizin maviliğidir. Mavisi olmasa ne şiir yazardı demek nice şair uğruna ne de onlarca ressam çıkardı mavinin binbir tonunu boyamaya. İçim sıkıldı, zaten hava da serince, otobüse döndüm. Aracın içi, dışarıdaki serin ve taze havadan sonra epey boğucu geldi. Hatta kibar olmasam “Leş gibi ayak kokuyordu,” da diyebilirdim. Oydu, buydu, havaydı, suydu derken dalıverdim tekrar uykuya. Gözümü bir ezan sesi ile açtım. Sabah olmak üzereydi. Mola vermişti otobüsümüz. Neşeyle indim otobüsten. Arkama dönüp plakaya baktım 34 PK… ezberime yazdım iyice, yoksa kesin yanlış otobüse binerim ben. Memleket diye sabah Çorum’a inmek vardı sonra. Ağarmak üzere olan gökyüzüne baktım uzunca bir süre. Telaşlı kuşlar bağıra bağıra dağılıyordu gökyüzüne. Ege’ye yaklaştıkça havanın kokusu da değişmişti sanki. Bir ferahlık vardı. Serin sabah yeli, ezan sesi ve kuşlar, ne kadar ulvi bir andı, içim titredi. Bir an yolun karşı kıyısındaki tarlaya kaydı gözüm. Alabildiğine gelincik ve papatya… Hemen karşıya geçip dizlerime kadar gelen papatyalar arasında yürüdüm bir ileri bir geri. Ben aslında bu tarlada koşmasını bilirdim de etraftan deli derler diye sakince yürüdüm, içimdeki coşkuya inat.

 Otobüs, küçük küçük bir sürü kasabadan geçti. İrili ufaklı evler, bamya, tütün ve pamuk tarlaları, sol tarafta da üzüm bağları vardı. Ne tarafa bakacağımı şaşırdım. Otobüsten inip, burada dingin süregiden bir başka hayatın parçası olmak geçti içimden. Mavi boyalı tahta pencerelerde dantel perdeler gördüm. Arkalarında da kim bilir bambaşka ne yaşamlar vardı. Bir ev vardı. Eski bir minibüs koltuğundan bahçelerine oturak yapmışlardı. Leğenler, kovalar rengârenk. Bahçelerindeki ağaçlar yaşlanmış, dal budak salmış sağa sola. Ne de heybetliydi… Bir de eşek bağlamışlar gölgesine, bu sakinliğin tam ortasında aylaklık ediyordu. Onu bile kıskandım bir an.

 Neredeyse geldik, memleketime, doğduğum, büyüdüğüm ama doyamadığım kasabaya. Burası minik bir balıkçı kasabasıdır. Birbirini hiç tanımayan insanların, sabahları bir “Merhaba!” sözünü birbirlerinden esirgemediği, henüz yazlıkçıların, tatilcilerin hınca hınç doldurup bozamadığı bir kasaba. Denizi mavi, ovaları yeşil, dağları boz bir Ege kasabası. İğne oyalı yemeni takan, pazarda rengarenk basma şalvarlarıyla dolaşan Egeli kadınların kasabası. En hakiki zeytinyağında, cazz diye kızaran balık bizim en sevdiğimiz yemektir. Hem de kocalarımız, babalarımız, oğullarımız, kardeşlerimiz tutar bu balıkları.

 Küçükken, bana “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye soranlara “Ben balıkçı olacağım.” derdim. Büyüklerim önce bir kahkaha atar, sonra da “Ama kızlar balıkçı olmaz, erkekler olur.” derlerdi. Bu beni yıldıramazdı. “Öyleyse ben de balıkçı karısı olacağım.” derdim. Hoş şimdi ne balıkçıyım ne de balıkçı karısı. Onları sevmekten ve seyretmekten hiç vazgeçmedim ama.

 Bana hep huzur verir onları izlemek. Ağlarını tamir ederken yılların yorgunluğu kayıp gidiverir ellerinden sanki. Ya da geceleri balıkları ağlarına yönlendirmek için “pat pat” diye kocaman tokmaklarıyla denizi dövme sesleri ninni gibidir benim için. İnanırım ki hayata karşı tüm öfkeleri de bu dövüşlerle kaybolur gider. Balıkçılar sert ama mert, güçlü ama yumuşak yüreklidir. Şuayip Ketenci, İdris Reis gelmesini dört gözle beklediğim balıkçı tekneleridir. Her akşam Aliağa, Bademli ve Çandarlı açıklarına gider bu tekneler, körfezin zengin balıklarını tutmak için. Sabah daha kasaba halkı uyanmadan da dönerler. Kasaları sardalya, kefal, çipura, sarıkanat ile doludur. Ben nasılsa boşum, erkenden uyanır ve bu cümbüşü yakından izlemek için, taş iskelenin direklerinden birine yaslanırım. Yanımda da bedavacı bir sürü kedi. İzmir’e, İstanbul’a, büyük şehirlere gidecek olan kasalar ayrılır önce ve buzhane arabaları yanaşır iskeleye bir bir. Gümüş rengi tazecik balıklarla dolu kasalar yüklenir sırayla. Artanlar ise kasaba halkının satın alması için ayrılır. İki kilosu on para. Yanınızda naylon bir poşet getirmeniz gerekir mutlaka ama. Çünkü teknede yok. Sakın “Nasılsa iskelenin karşısındaki fırından isterim,” diye düşünmeyin evden çıkarken. Çünkü fırıncı bıkmış balık almak için gelenlere poşet vermekten. O yüzden kapısına bir yazı asmış. “Balık için poşet verilmez!” Tutulan balıkların satışı bitince, ertesi günkü ava hazırlanmaya gelir sıra. Önce güverte temizlenir bol suyla. Sonra rengârenk kazaklar, fanilalar, çoraplar yıkanıp dizilir iplere. Bir yandan da yazınki kadar yakmayan öğle güneşi altında, ağlardaki delikler onarılır. Acıkan genç balıkçılar bıkmışlar belli ki balık yemekten, kebap, lahmacun, döner yerler çarşıdaki kebapçıdan. Öylece izlerim balıkçıları. Denizin ortasında yalnız olmak, dalgalarla boğuşmak, balık pullarına bulanıp yaşamak, yaşlanmak isterim. Bir ömür boyu, her gün sabaha karşı, iyotlu, yosun kokan sakinliği, sessizliğin sesini dinlemek istiyorum ve hâlâ balıkçı olmak istiyorum bu yaşımda.

 “Su alır mısınız?” dedi muavin. Uzun uzun baktım yüzüne. “Hayır. Ben balıkçı veya balıkçı karısı olmak istiyorum.” dedim. İyi mi?

4 thoughts on “Aylak İnsan, Yolculuk Nereye?”

Yorum bırakın