Karadut

 Güneş öğle saatlerinde yalancı bir merhaba dedi ve kaçtı. Ardından koca ayakları ile ayaz bastı. Kar gökyüzünden tuz gibi dökülmeye başladı. İliklerime kadar donuyorum. Gözlerime ve burun deliklerime kar taneleri giriyor. Ayağımın altından taşlar kayıyor. Yavaş yavaş zihnim bulanıyor. Gözlerim kararıyor. Hem ateşler içinde yanıyor hem tir tir titriyorum. Zihnimde sönmekte olan mumun alevi gibi belli belirsiz bir gün beliriyor. Nasıl aydınlık nasıl sıcak bir gün.

 Mayıs güneşinin yaylayı ısıttığı o gün. Yemyeşil ova göz alabildiğine aydınlık. Anamın memeleri dolgun. Süt dolu. Karnının altına sokularak emdiğim her zerre süt, gökyüzü, dünya, anam, özgürlük. Daha sonra hiç varamayacağım bir haz anamı emmek. Ağzım dola dola soluksuz kala kala…

 Uzun yelelerim ile güneş ışıklarını kovalardım. Bana Karadut dediler. Ademoğlu gibidir hayvanlar alemi; güzel, güçlü, sevilir. Övülür. Ben bir Arap atı olsaydım mesela, o zaman bana kral diyebilirlerdi. Ben bir safkan olsaydım başka türlü muamele görebilirdim ama ben bir Anadolu atıyım. Yüke, açlığa, susuzluğa dayanıklı olanlardan. Nasıl ki insanoğlunda da özelliksiz gördüklerine reva görürler eziyeti, ızdırabı, sabrı hayvanlar aleminde de öyle işte. Zihnimde beliren yaz günü hayali ağır ağır batan güneş gibi gözlerimin önünde kayboldu gitti. Terden sırılsıklam oldum. İncecik boynumu dik tutamıyorum. Kaburgalarım inip inip kalkıyor. Böğrüm körük gibi şişiyor. Kirli ter karnımdan bacaklarıma, toynaklarıma kadar iz bırakarak iniyor. Yol gözümde nasıl büyüyor. Hele ki Bahçekapı’daki yokuşu tırmanmak…

 Adeta ben yaklaştıkça varış çizgisi uzaklaşıyor. Dünya yuvarlanıp üzerime yıkılıyor. Sahibim Sütçü Bekir, beni ne kadar yorduğunun ve ölmek üzere olduğumun farkında değil. Çünkü kendisi de sabah ezanından bu yana çalışıyor. Önce ineği sağdı. Süt güğümlerini arabaya yükledi. Öğleye kadar Fatih’te bir aşağı bir yukarı kapı kapı süt sattı. Ardından dükkânını taşıyan bir demircinin mallarını yükledi arabaya, başka bir dükkâna taşıdı. Şimdi de bu kasalar gidecek Bahçekapı’ya. Ama nerede bende o güç o kuvvet.

 Böyle değildim elbet. Ben de genç oldum. Yüzümdeki güneş ile dağdan dağa koşardım. Ama zaman hiçbir şeyi es geçmeden eskitiyor. Yoruyor. Yıpratıyor. Toynaklarımın altından yer kayarken kulaklarım uğulduyor. Gözlerim sulanıyor. Yürüyecek mecalim kalmadı. Durdum. Eyerimin altındaki yaramın sızısı daha fazla yürümeme engeldi. Karın kokusu içimi doldurdu. Yer milim milim kar tutmaya başladı. Ben durunca Sütçü Bekir farkına vardı. “Ne oldu oğlum sana?” diye söylendi. “Durmak işimize gelmez, hadi yürü tipi geliyor,” dedi. Tekrar hareket ettim. Araba sarsıldı. Tekerlekler gıcırdadı. Ağır ağır yola yeniden koyuldum. Tekrar canlandı mazi zihnimde. Dağlar yine o dağlardı. Çayırlar, şırıl şırıl akan sular. Dörtnala koştuğum, tüylerimi döktüğüm sonra yeniden pırıl pırıl tüylerimin sırtımda parladığı yıllar. Bahar yağmurlarından sonra güneşin sıcacık ısıttığı zamanlar.

 O yıllarda asıl sahibim bir çiftlik ağası idi. Çiftlikte keyfim oldukça yerindeydi. Sahibim diğer bütün atlar gibi beni de hayatının bir parçası olarak görürdü. Kara yağız bir delikanlıydı. Sırtıma atladığında soluğum kesilinceye kadar dağ tepe dolaşırdı. Kar, tipi, boran da gördüm; baharı, yazı da yaşadım. Doğadaki her kokuyu ciğerlerime doldurdum. Bahara uyanmış bir nisan sabahı, benden daha yağız sahibim; yakın akrabaları tarafından toprak paylaşımı anlaşmazlığı yüzünden ormanda pusuya düşürülüp, tek kurşunla sırtından vurulup öldürüldüğünde, gözümde iri damlalar ile çiftliğe geri dönmüştüm. Lisanımı insanlar anlamadığından sahibimi kimin vurduğunu, onlarla bir dövünenlerin arasında katillerin de bulunduğunu anlatamamıştım.

 Çiftlikte tutmadılar sonra beni. Uğursuz saydılar. Başı kalpaklı bir göçmene sattılar. Yeni sahibim bu topraklara Selanik’ten göçmüş sarışın, mavi gözlü, çok çocuklu, dal gibi bir adamdı. Demiryolu ile ulaşacak postaları arabaya bağladığı benimle çekerdi. Sabah ezanından önce yola çıkar postayı alır tren garına yollanırdık. Yoksuldu. Tek geçim kaynağı benimle taşıdığı postaydı. Savaştan yeni çıkılmıştı. Mahsul azdı. Ülkede kıtlık vardı. Bana gözü gibi bakardı, çocukları ne kadar yalvarsa da bindirmezdi sırtıma. Ekmek teknem o benim, derdi. Sahi kaç yaşındayım? Yirmi yıl oldu mu doğalı! Vakit tamam mı? Göçme vakti mi! İlk eyerlendiğim gün canlanıyor zihnimde. Eyere de geme de alışıncaya kadar hissettiğim ağırlık bütün canlılığı ile hem zihnimde hem bedenimde. Özgürce koşamayacağımı anladığım ilk dizginlendiğim an kadar çaresizim şu an.

 Karadut. Olsa da olur olmasa da bir meyve adı işte, oysa sayemde ne çok aile ekmek parası kazandı, ocaklar tüttü. Göçmen sahibim stokçuluk yapmaya başladı bir müddet sonra; sırtımda peynir, zeytinyağı, tereyağı, un taşıdı bir depoya, yokluk kıtlık peydah olunca da çıkarttı mahzeninden sattı. Zamanla onun da bana ihtiyacı kalmadı. Sattı, yaşlanınca beni Sütçü Bekir’e. Yalnız süt satmaz ki Bekir, çalışkan adam; yağmur, çamur, kar dinlemez, taşır kırık dökük arabası ile her şeyi sıcacık aile babasıdır geçim derdiyle didinir de didinir.

 Kırık dökük arabanın tekerlekleri eski bozuk yolda takır tukur, ağır ağır ilerliyor. Yürüyecek gücüm kalmayıp da durunca ses de birden kesiliyor. Kendi yürek seslerimi duyuyorum; güm güm güm güm… Bekir soluklanmama izin veriyor. Sonra tekrar dizginlerime sarılıyor. Arabadan ineli çok oldu. Hadi yavrum yürü diyor. Telaşlanmaya başladığını sesinden anlıyorum. Kasaları indirmekten vazgeçtiği belli oluyor. Bir an evvel eve ulaşmak istiyor. Ne oldu yine, diye soruyor. Sırtımdaki yarayı göstermediğine bin pişman oluyor. Karanlık şehre çöktü çoktan. Bir türlü varamıyoruz eve. Bekir kendisini bile ısıtamayan ceketini çıkarıp bir ümit üzerime örtüyor. Arabayı koşumlarından çıkarıyor. Sonra gelip alırım diye söyleniyor. Daha neler söylüyor da benim zihnim artık almıyor. Tüylerimin sırım gibi parladığı, zengin, genç, kara yağız sahibimin tarlalarda çalışan kadınların arasından geçerken üstümde sırtını dikleştirip gezindiği anlar, gözümün önünden kare kare geçiyor. Bekir’in konuşmaları, kendiliğinden sesi kesilen radyo gibi uzaklaşıp soluyor. Tozu dumana katarak koşmaya başlıyorum birden…

 Çayırlar, çimenler, şırıl şırıl akan derelerin arasından koşuyorum. Bir sürünün içindeyim anam da orada anamın sütünün lezzeti damağımda… Bir Anadolu atı olarak uyudum ama bir safkan olarak uyanıyorum.

7 thoughts on “Karadut”

  1. Ahh biz insanoglu öyle benciliz ki bizim dışımızdaki canlılar yaşamıyor, hissetmiyor, acı çekmiyor sanırız…
    Nasıl güzel Bi anlatım.. Tebrik ediyorum yazan güzel arkadaşı. Daim olsun başarıları, olacak da biliyorum..

  2. İlhan Öncüler

    Betimlemelerdeki zenginlik ve kelimelerdeki duru ve akıcı zenginlik… Hikayenin her adımında noktaya varmak istemiyor insan virgüller açıyor adeta devam etmeli…Kaleminize sağlık sayın Nagehan Dermancı.

Yorum bırakın