Postacı

 Kana ve toprağa bulanmış ellerden havaya bırakıldığında, kendisine sonsuz bir özgürlük verilmişçesine sevindi. Şimdi ilk kez ayrı kaldığı eşine gitmeliydi, onu çok özlemişti ve koparılıp alındıkları o yere dönmeliydi. Geçmesi gereken yerleri ezbere biliyordu. Gözlerini kapatsalar bile eşinin yanına uçardı, buna şüphe yoktu.

 Ayağına bağlanmış olan ip ve kâğıt, dengesini sağlamakta ona sorun yaşatıyordu. Sağ kanadını biraz hızlı kaldıracak olsa büsbütün sola kayıyor; sola kayışını engellemek için kuyruğuna kuvvet verdiğinde, bu kez de ensesi ve sırtı ağrıyordu. Ancak yolun sonunda onu bekleyen bir mutluluk vardı, zorluklarla mücadele etmekle yükümlüydü.

 Havaya kalktı kalkalı henüz on beş dakika olmamıştı ki onu müthiş ürküten birtakım sesler işitti. Bunlar, aşağıda kümelenmiş olan insan yığınından geliyordu. Sopaların ucundan çıkan ve gözünü alan onlarca ışıktan kaçmak için yukarılara doğru kanatlandı. Kulağını zehir zemberek eden ince sesler onu telaşa sürüklüyordu.

 İnsan yığınından güneşe sarıldığı için kurtulmuştu. Bunu neden yaşadığına anlam veremedi. Bir el onu özgürlüğe bırakmış, başka eller ise almaya çalışmıştı. Hepsini eşine anlatacaktı. Eşi onu günlerce dinler, hiç mi hiç yorulmazdı.

 Küçük tepelerin, sakin nehirlerin üzerinden geçti. Bulutların altından, öbür kuşların yanından uçtu. Kendisine ötenlere bir kez olsun ötmedi, onun gayesi belliydi.

 Dinlenmek için bir ağaçta durdu. Sık ormanın özellikle kuytu bir köşesini seçmişti. Etrafında onu ürkütebilecek bir ses hâlâ duymamıştı. O sebeple kanatlarını rahatça indirdi, sırtına kenetledi. Dala sımsıkı oturup gözlerini kapattı. Uyku, eşinin hayali gibi sardı vücudunu.

 Yeterince dinlenmemişti ama gözlerini zifiri karanlıkta içgüdüsel olarak araladı. Upuzun bir yılan üzerine doğru kıvrıla kıvrıla geliyordu, simsiyahtı.

 Yılanın ufacık bir ses bile çıkarmamasına karşın, güvercin neden uyandığını bilmiyordu. Ancak eğer gözleri ölümden önce açıldıysa, yaşama tutunacak bir çözüm üretmek zorundaydı.

 Yılan, onun gözlerini hafifçe açtığını fark etmemiş olacaktı ki istifini bozmadan ilerliyordu. Şayet birden havalanırsa ani bir sıçramayla yakalanabilirdi.

 Bu yüzden onu bir tuzağa çekmeliydi, göğüs göğüse bir çarpışmada onu yenmesi mümkün değildi. Hafızasından yılanın avını nasıl öldürdüğünü hatırlamaya çalıştı.

 O doğduğu zaman yılan, bir kardeşini anneleri yokken söküp almıştı. İlk başta yuvaya kaya kaya girmiş, uykuyu fırsat bilerek yavrunun etrafında kıvrılarak onu sarmıştı. Ardından onu bir hamlede boğup dalın gerisine doğru fırlamıştı. Demek ki yılanlar avının etrafını sarmadan boğmaya başlamazdı. Yapması gerekeni artık çok iyi biliyordu.

 Kıpırdamadan bekledi. Yılan, kuyruğunun arkasından geçti ve temas etmeksizin başını sürükledi. Kanatlarından ve geniş gövdesinden de aynı ustalıkla süzüldü. İşte güvercin bu sırada nefesini tuttu, çünkü şu an yaşayan ve ölen belirlenecekti.

 Yılan, başını onun ayaklarının yanına soktu. Gördüğü yabancı nesne karşısında şöyle bir durakladı, tehlike sezmedi ve biraz daha ilerledi. Güvercin o anda müthiş bir hızla gagasını yılanın başına sapladı, onu sıkmaya çalışmasından kurtulmak için hafifçe havalandı ve o ivmeyle kalkan ayaklarını da tıslayan boğazına geçirdi. Hiçbir karşılık veremeyen yılan birkaç defa titreyerek sallandı ve en sonunda hareketsiz kaldı. Gagasını ve ayaklarını ondan çıkardı. Siyah bir yılan, ormanın sessizliğini tok bir sesle böldü ve yere düştü.

 Eşine kavuşamama düşüncesinin ona yaptıramayacağı hiçbir delilik yoktu. Ağacın en üstüne çıktı, tedbiren kopardığı yaprakları geliş yollarına koydu ve bir tehlike olursa ses çıkarmalarını umdu. İnsanlar da şu ipi ne sıkı bağlamışlardı! O kadar uçmaya, savaşmaya karşın kopmamıştı.
Sabah oldu. Yapraklar oynamamıştı. Güzel umutlarla havalandı ve dünyayı seyre daldı. O kuleye az kalmıştı, hisleri bunu söylüyordu. Şu büyük tepeyi de aştı mı kalanı düzlüktü.

 Kanatlarını iyice gerdi, süratini artırdı. Tepe uçuşu onun için her daim zor olmuştu. Büyük tepeler hiddetli rüzgârlarıyla, vahşi hayvanlarıyla nispeten güçsüz canlıların korkulu rüyasıydı.

 Çıkabildiği kadar yükseğe çıktı. Buna rağmen henüz tepeyi aşabileceğini sanmıyordu. Kanatlarını zorladı, kuyruğundan güç aldı ama vücudu birdenbire acımaya başladı. Sebep açıktı, kendisine bağladıkları ip ve kâğıt dengesini bozuyordu. Başını eğdi, gövdesini şişirdi ve adeta bir balon gibi yukarı uçmaya başladı. Bu duruş görüşünü kısıtlıyordu fakat başka çaresi de yoktu. Ezkaza bir engele çarptı mı daha ayağa kalkamazdı.

 Şansına hava durgundu. Nazik rüzgârı da ardına alarak tepeyi aştı.

 Hevesle uçuşunu sürdürdü. Yerde gördüğü otlara, ceylanlara, geyiklere ve insanlara sevinçle öttü. Kâh sessizlikler kâh seslenişler duydu. Hepsi önemsizdi, o mutluluğa çok yaklaşmasının tadını çıkarıyordu.

 Evet, burasıydı ayrıldıkları yer. Kaba bir el onu bir tahta kutuya koyup götürmüştü. Barakanın en üst katından içeriye girdi ve samanların üstüne kondu. Burası gittiği zamana nazaran oldukça kararmıştı.

 Eşini bulmak için şiddetle ötmeye başladı. Görkemli ötüşler duydu, dokunaklı ötüşler. Eşininkini işitmek içinse sabırla bekledi. O bekleyiş sırasında dalıp gitti.

 Çok geçmeden karanlığın içinden çıkan kaba el onu sımsıkı tuttu. Ayağına bağlanan ip çözüldü, kâğıt çıkarıldı. Kafesin içine sertçe atıldı. Güvercin hiç mukavemet göstermedi, usulca durdu.

 Belli ki, eşinin samanlara konuşunu görene kadar bekleyecekti. Elbet bir gün gelirdi.

Yorum bırakın