Duvar Yazısı

 Tanınmamak için başıma geçirdiğim siyah berenin ucuna doğru elimi uzatıp ensemi siliyorum. Büyük kırmızı harflerle duvara yazdığım “Perişanım” ensemi epey terletmiş. Bir polise yakalanmaktan çok, yaşıtlarımdan birine yakalanmaktan korkuyorum. Ama kimseye yakalanmadan yazmayı başardım sanki.

 Duvarlar… Duvarlar… Bırakmışlık… Nasıl bir bırakmışlık? Bu duvarlar bomboş halde sana baktığında mı yoksa duvarlarda birilerinin hikayelerini bulduğunda mı kayboluruz?

  Aslında hikaye şöyle başlıyor:

 Duvar yazısı yazmak için arka sokaklardan birindeki gençlerle tanışmayı göze alıyorum. Onları bulduğumda duvara tünemiş, püfür püfür sigara içiyorlar. Polis geldi sanarak duvardan atlıyor biri. “Kaçma!” diyorum arkasından.

 “Polis değilim. Emekli köpek eğitimcisiyim.”

 Söylediğimin absürtlüğüne selam verircesine durduruyor kendisini oğlan.

 “Ne o bizi mi terbiye edeceksin?”

 “Ne münasebet yahu! Duvarları boyamak istiyorum. Sözlerim var, onları okuyanları terbiye etmek istiyorum.”

 İlgilerini çekiyorum. Biraz da deli olduğumu düşünüyor olmalılar, duvarın üzerinden altı tane çift göz bana bakıyor.

 Yıllarca turist rehberi olarak çalışmış, alanında uzman bir adamım. Tur rehberiyim demek yerine köpek terbiyecisiyim demiş oluşum arka sokakların bende bıraktığı panikten sanırım. Alışkın değilim. Şehri tanıyıp, arka sokakları bilmemek beni yabancı ve aciz hissettiriyor.

 Hava soğuk. Ellerim üşüyor ve burnum akıyor. Sümüğümün karanlıkta görünmeyeceğini umarak başımı hiç oynatmıyorum. Çünkü, bu çocukların karşısında burnumu kolumla silmek istemiyorum. Her gün sadece tek harf yazabildiğim duvara geçen gece gittiğimde, ucunu açık unuttuğum için kuruyan boyam yüzünden sadece PE yazabildim. P ve E kalmış koca duvarda, devamını getiremedim. Yardım istemeliyim.

 “Beybabalık” diyor en sağdaki. “Ne istiyorsun bizden? Para karşılığı duvarlara siyasi fikirlerini yazdıracaksan biz inanmıyoruz partilere martilere…”

 “Yanılıyorsunuz” diyorum, haklılar belki de, yorgunlar ne de olsa. İyi bir gelecek onların da hakkı. Yine de tedirginim. Elimi ani bir refleksle cebime atıp cüzdanımı tutuyorum.

 “Sizden sadece bu duvarlar nasıl boyanıyor öğrenmek için geldim. Boyaya da ihtiyacım var tabii. İsmim Melih, 56 yaşındayım ve aşık olduğum kadın tarafından terk edildim.”

 “Aşk acısıysa mavi boya verelim sana.” diyor duvardan atlamış olan. “Bir yerde duymuştum. Pekasso hüznü anlatmak istediği resimleri mavi çizermiş.”

 Acaba onun Picasso olduğunu söylemeli miyim, diye bir duruyor, sonra vazgeçiyorum.

 “Yani güzel bir renk olsun beybabalık. Zeytinburnu öyle bildiğin diğer yerlere benzemez. Her şeyin bir anlamı, bir yararı var buralarda. Yani biz öyle olsun istiyoruz, güzel olsun, iç açsın. Buralarda nefes alıyoruz ne de olsa…”

 “Kırmızı boya da yok mu ki? Aysen kırmızıyı çok severdi.”

 O kırmızı rujunu, o kırmızı elbisesini hatırlamak konuşmamı kesiyor. “Aman be Abi!” diyor benimle ilk konuşan oğlan “Kocaman adamsın. Aysenlere güven olmayacağını bilmiyor musun?”

 Hayır bilmiyorum. Bilmiyorum bunu içimden mi yoksa dışımdan mı söylüyorum.

 “Ben bu şehrin hangi duvarlarına yazı yazılır onu da bilmiyorum ki…”

 “O kolay. Alt mahallenin kilisesi yok mu? Onun arkasındaki duvarı sildik geçenlerde. Cevdet Abi’den izin istersek bu haftalık senin yazını tutabilir.”

 “Duvarlardan sorumlu kişiler mi var yani?”

 “Herhalde beybabalık. Sen ne sandın? Bir sistemimiz olmasa bu duvarlar nasıl içte kalan sözlerin günah çıkarma sanatına dönüşsün ki? Benim Plakam Yok Kızım, Yumurtanın Akıyım, Evdeysen Çık Artık, İntiharımsın…Küçümsememek lazım bu ifadeleri.”

 İçte kalan sözlerin günah çıkarma sanatı demek. “Sen gidince çok ağladım, sakalım bile ıslandı Aysen.” diye bir yazı beliriyor zihnimde. “Peki ya boyalar?” diyorum. “Boyalarla da Kel Mustafa ilgilenir. Yani işte o boylu poslu olmadığı için duvar işindense boya işini verdik ona.”

 Yazmak kolay değil, yazmak zor. Kendimi yazarsam ıkınan bir insan profili çıkar diye korkuyorum, ama yazacağım. Peki nereye?

 Bahsettikleri kilise eski Yahudi mahallesinin en önemli kiliselerinden. Turlarda uzun uzun dolaşılır ve tarihi anlatılır. Bir kere bile oradan çıkınca arkasında neler var bakmak aklıma gelmemiş doğrusu, ne enteresan.

 Yorgunum, yarın hallederim artık. Gidip, uyumalı.

 Sabah gözüme ilk güneş ışınları girince uyanıyorum, gücüm yettikçe tur yerlerini dolaşmaya karar veriyorum. Kocaman bir gün…

 Tarihi dokuların hemen hemen hepsinin yamacına aşk acıları, dostluk kutsamaları, ayrılık sitemleri, hazımsızlıklar ya da ermişlikler kat çıkmış. Duvarların dili vardı. Tarihten daha keskin konuşuyorlar. Hepsini tek tek okuyor, anlamaya çalışıyorum.

 Ölümsüz görünüyorlar bana ve ben de ölümsüz yazımı düşünüyorum. Ne olmalı?

 Diğer ifadelerden o kadar etkilenmişim ki oğlanların benim için yürüteceği belki de günler süren hummalı çalışmayı biraz hiç sayarak, o gece atlayıp Aysen’le tanıştığımız lokantanın önüne gitmeye karar veriyorum.

 Karanlık basar basmaz, başıma geçirdiğim siyah berem ve elimde kırmızı boyalar, o civarda oturan tanıdıklarıma yakalanma korkusuyla buram buram terleyerek “Perişanım.” yazıyor ve Aysen’i de ekliyorum…

 “Perişanım Aysen.”

 Dolaylı… direkt olmayan…başka yerden dolanan… Benim duvar yazım ise dimdirekt. Alenen ortada. Aysen’e gidecek cesaretim olmadığı için pişmanlığım açık ve net.

 O akşam uzun süre sonra ilk kez rahat uyudum ve ertesi sabah lokantaya gidip bir kahve içme cesaretine bile kapılıyorum. Köşeyi döndüğümde bir de ne göreyim!

 Benim yazdığımın altına mavi harflerle şöyle yazılmış:

 “Aysenlere güvenilmeyeceğini öğrenemedin mi be adam?”

 Yazmak… yazılar… yazı… Ne de güzel anlatmışız derdimizi bu duvarlarda. Dışarıdan sızan ay ışığında iki gölge olarak görünüyor cümlelerimiz. Kıpırdayacaklar mı diye bakıyorum. Bir süre kıpırdamıyorlar. Ama nefes alıp verişlerini duyuyorum sanki harflerin. Sonra çığlık atıyor. Duvardaki gölge diğerini itiyor.

 Hırsız kaç diyorum kendime. Tanınmamak için başıma geçirdiğim siyah berenin ucuna doğru elimi uzatıp, ensemi siliyor ve Zeytinburnu sokaklarından eve doğru koşuyorum.

 Asıl sevdiğim kadınla evlenmemiş oluşumun pişmanlığıyla, kulağımda “Yaşına bak, neredeyse bunayacaksın.” lafları Aysen’in… Suç mu, evli olmama rağmen kendimden genç bir kadını hala seviyor olmak? Hem de Aysen, zamanında onunla evlenmememin faturasını beni bunca görmezden gelerek keserken. Suç mu hala temiz duygularla, sadece sevebiliyor olmak ve bunca yıla rağmen, aslında sevdamdan vazgeçmediğimle yüzleşmek? Koşuyorum ve perişanım Aysen. Evin önüne geldiğimde ağzımdan adeta bir hırıltı gibi çıkıyor, “Beni affet.”

Yorum bırakın