Ben Tahir, namı değer çopur Tahir.
Babama sorarsanız, olmaz olasıca Tahir.
İplik fabrikasında işçiyim, burada kimse sevmez beni. Hoş, ben de onları sevemedim ya!
Bu insanlar arkamdan ne lakaplar taktılar da gıkım çıkmadı, çopur Tahir’den tutun da pörtlek Tahir’e kadar, daha neler neler…
Ne istiyorlar benden anlamış değilim.
Tamam, fizikçe çirkin sayılırım çirkin olmak eşittir yok sayılmak mı?
Mahalle kahvesi sakinleri de farklı değiller, eğer okeye dördüncü lazım gelmese, beni aralarına alacaklarını sanmıyorum, çoğu zaman yolda görseler selam bile vermezler, ben çok anlamam bu okey mokey işinden zaten, mevzu belli, dördüncü…
Hem sevimsiz hem de işe yaramaz buluyorlar beni farkındayım.
İnsanlar ne zaman dış görünüşe bakmanın yanıltıcı oluğunu anlayacaklar da parçadan bütüne doğru bir yol bulacaklar acaba?
Benim, bunca sessiz; onlara göre ise çirkin ve silik oluşuma bakmayın, dedim ya dış görünüş aldatır insanı.
Babam, öz be öz babamın bana ettiği zulmü görseydiniz acırdınız bana, daha on yaşlarında ya var ya yoktum, babam kötü giden hayatının sebebi benmişim gibi tüm hıncını benden çıkarmak isterdi, dayak atmak için fırsat kollar bahaneler bulurdu.
Hani, kediler de yavrularını yemeden önce fareye benzetirlermiş ya! İşte o misal.
Babam önce gök gürlemesi gibi bağırır çağırır sonra da beni kaptığı gibi kapı arkasına götürür, köşede boş duran un çuvalını kafamdan aşağı geçirirdi. Korkudan kımıldayamazdım bile.
Küçük, sıska, kara kuru bir oğlandım, şimdi de aslan parçası sayılmam ya! Neyse.
Elim, yüzüm, un tozuna bulanırdı, bir güzel tekme tokat girişirdi bana.
Suçum mu? Suçum yok! Çocuğum ben, ağlar ağlar susardım, bana arka çıkacak bir annem de yoktu; öksüzlük zor.
On yedi yaşına varmadan kaçtım evden. Yıl 1959, orada burada çalıştım. Kimi zaman ayakkabı boyadım, kimi zaman çay ocaklarında çay dağıttım.
Babam olacak zalim, ardıma bile düşmedi.
O gün bugündür hep sustum…
İnsanlardan kaçıyorum, aslında onlara güvenmiyorum. Hem nasıl güveneyim ki babamın yaptıklarını düşündükçe.
Geçen gün şef Hamdi, “Çopuuur!” diye seslendi, duymazlıktan geldim önce. “Sana diyorum, çopur Tahir!” deyince, “Efendim şef,” dedim gönülsüzce.
Yanıma yaklaştı, burnu kibrinden havalardaydı; hani bizim buralarda bir laf vardır, kibirliler için söylenir: “Burnu yere düşse eğilip almaz” tam da bu cinsten bizim şef.
“İpliklerin bobinlerini her gün sayıyorsun değil mi?”
Başımı, evet der gibi salladım.
Söz etmedim.
“Baaak! Tek bir bobin olsun eksik çıkarsa sayımda, külahları değişiriz haaa!”
Alla alla! Niye böyle dedi ki bu adam durup dururken? Hırsız mıyım ben? Onca yıldır tanıyamamış mı beni?
Yine neler oluyor, yoksa arkamdan birileri yeni işler mi çeviriyor bilmiyorum.
Yanımdan ayrılırken, “Gözüm üzerinde, Tahiiir!” demez mi?
Gözün çıksın e mi, ahmak herif!
Sabah sabah keyfim iyice kaçtı, kimseye bir şey söylemedim ama şefin tehditkâr sesini, diğer tezgâhtan insanlar duymuş olmalı. Arkadaşlarım demiyorum fark ettiyseniz; onlardan ne arkadaş olur ne de dost, erdemli kişiler değiller maalesef, hayvanla insan arasında sıkışıp kalmış, acınası varlıklar onlar.
Önümde dönüp duran bobinlere, renkli ipliklere dalıp gidiyorum.
Nasıl ki insanların birbirlerinden farklı özellikleri varsa, benim de tezgâhımda çeşit çeşit iplikler var; keten, kenevir, ipek pamuk…
***
Mesaisi bitince bobinleri sayan Tahir, günü sıkıntısız bitirmekten memnundu.
Gerçi aklının bir köşesinde, Şef Hamdi’nin söyledikleri hâlâ canını sıkıyordu ama gün bitmiş Tahir evinin yolunu tutmuştu.
Şef Hamdi’nin Tahir’i uyardığını duyan birkaç işgüzar, Tahir’e bir oyun etmeliyiz ama ne diye düşünürken; bobinleri saklamayı daha sonra da bir yolunu bulup tekrar yerine koymayı planladılar. Amaçları Tahir’in biraz azar işitmesi, eli ayağına dolaşması, çopur yüzünün iyice kızarması, pörtlek gözlerinin yuvalarından fırlaması, kekelemesi onların ise bu duruma gülüp eğlenmeleriydi.
Sırf onunla alay etmek, onu müşkül duruma düşürmek için dolumu biten on bobini tezgâhından alıp bulamayacağı bir yere sakladılar. Yaptıkları işin sonucunu tahmin bile edemeyen işgüzarlar, sabah işe geldiklerinde Şef Hamdi’yi aslan gibi kükrerken buldular.
Kime mi?
Tabii ki Tahir’e!
Zavallı…
Şefim vallahi ben dün çıkarken sayımımı yaptım, yüz bobin de buradaydı, inanın bana doğru söylüyorum, ben hiç yalan söylemem ki, diyordu.
Hamdi ağzını açmış gözünü yummuştu. Hoş, gözünü açsa da kördü vesselam.
Ağız dolusu sövüp sayıyor; “Lan oğlum on bobin nerde, nereye zulaladıysan al gel çabuk! Yoksa hırsızlıktan işine son verdiririm senin,” diye bağırıyordu. Ağlamaklı yüzü kıpkırmızı olan Tahir’in eli ayağına dolaşmış, zaten pörtlek olan gözleri iyice yuvalarından fırlamış, kekeleyerek, “Ben ça-ça-ça-ça-l-ma-dımm,” diyordu.
Evet, işgüzarların istediği olmuştu. Tahir’e bakıp bakıp gülüyorlardı.
“Yarın sabah mesai başladığında o bobinleri tezgâhta görmeyim, hele bir bulunmasınlar, o zaman seni polise vermez miyim? Seni işten attırmaz mıyım, hırsız herif!” diye bağırıyordu şef.
Zavallı Tahir tezgâhın altını üstüne getirmişti aklına gelen her yere defalarca bakmıştı, yoktu işte kahrolası bobinler, kuş olup uçmuştu sanki…
Tahir bu türden bir ithamla yaşayamayacak kadar gururluydu.
İşgüzarlar, sabah fabrikaya gelip tezgâhlarına geçtiklerinde inanılmaz bir manzarayla karşılaştılar.
Karşı tezgâhta canını ipe takan Tahir, ipliğinden boşalmış boş bobin gibi sallanıyordu.
Hayatı pamuk ipliğine bağlı değildi Tahir’in.
Ahh! O iftirayı atmasalardı.
Çok güzel. Beğendim. Sonu ilginç ve etkileyici… Tebrik ederim.