Lento Söyleşileri: Biket İlhan

 

“Seninle yaşadığım hiçbir kötü anımı hatırlamıyorum!”

Taksim’in kalabalık günlerinden biri. İğne atsan atılmıyor. Büfelerin önünden Sıraselviler’e kıvrılırken Arap dilinin baharatlı sesleri işitiliyor. Telaşsız ama hevesli adımlarla yürüyorum. Ustamın, Attilâ İlhan’ın yaşamında müstesna bir yere sahip olan, yapımcı, yönetmen Biket İlhan’la konuşacak olmanın heyecanı bu… Nihayet Cihangir’deyim. Savoy Pastanesi’nin sokak masaları uzaktan seçiliyor. Lunapark ışıklarını andıran pasta vitrininin önünden geçip üst kata çıkıyorum. Çay söylüyorum, yanında da Proust’un ısırıp çocukluğuna döndüğü madlen kekten. Kim bilir biz birazdan hangi anlara, hangi anılara döneceğiz… Buluşmaya bir saat var. Kitaplarımı masaya yayıyorum. Pastaneler ve kitaplar, ne tutkulu sevgililerdir. Dakikalar ilerliyor. Tam konuştuğumuz gibi, 17:00’de Savoy’un üst katına çıkan merdivenlerde beliriyor Biket İlhan. Güneş gözlüklerinin ardında, sükunetli ve bilgece bir bakış. Selamlaşıp oturuyoruz. Az sonra sinemaya, yaşama ve Attilâ İlhan’a dair sohbetin fragmanı mahiyetinde birkaç kelam ediyoruz. Ve sonrasında perde…

 Hoş geldiniz Biket Hanım. Öncelikle davetimi kırmadığınız için çok teşekkür ederim. Pek çokları sizi tanıyor, fakat klasik bir soruyla başlamak istiyorum: Biket İlhan kimdir? Bize biraz anlatabilir misiniz?

 İnsanın kendini anlatması en zoru tabii. Yirmili yaşlarımdan beri Biket İlhan’ım. Yaşama İngilizce öğretmeni olarak başladım. 14-15 sene çeşitli kolejlerde ve liselerde öğretmenlik yaptım. İstanbul’a taşındığımız dönemde sinema sektörüne girdim ve hâlâ sinema sektöründe çalışmaya devam ediyorum.

 Sinema sektörüne girişinize dair bir anınız var mı? Tabii, böyle işler damdan düşer gibi olmaz deyim yerindeyse, ama hayatınızda buna dair enteresan bir sekans var mı?

 İstanbul’a yeni taşınmıştık. Öğretmenliğe geri dönmek istememiştim. Öğretmenlik tam anlamıyla tamamlamıyordu beni. Hayatımda bir eksiklik hissediyordum. Zaten öğretmenlik yaparken de öğrencilerimle sanatsal etkinlikler yapardım. O zamanlarda da öyle bir yanım vardı. Bir akşam, Selim İleri geldi bize. İzmir’de ve Ankara’da yaşarken de sıklıkla gelirdi. İstanbul’da yaşıyordu. Selim, Seni Kalbime Gömdüm isminde bir film çekeceğiz, dedi. Senaryosunu ben yazdım diye anlatmaya başladı. Türkan Şoray, Cihan Ünal, Çolpan İlhan, Müşfik Kenter, Neriman Köksal gibi isimler oynuyordu. Sen de bizimle çalışır mısın, diye sordu. Vallahi ben sinemadan anlamam, dedim. O zamana değin sadece öğretmenlik deneyimim olmuştu. Öğrenirsin n’olacak, dedi. Attilâ da denememi söyledi. Bunun üzerine asistan olarak sete gittim. Yönetmen Feyzi Tuna’ydı. Onunla çalışmaya başladık. Hatta orada Türkan Hanım ilk kez mi çalışıyorsun, diye sordu. Evet, dedim. Ne yapacaksın bundan sonra, diye sordu. Bu bir kereye mahsustu, dedim. Artık geçmiş olsun, bundan sonra başka iş yapamazsın, dedi. Dediği de doğru çıktı. İşte bugüne kadar geldik. Asistanlıktan yönetmenliğe… Hâlen sürdürüyorum. Kırk üç yıl oldu. Az bir zaman değil. Epey seviyorum bu işi.

 O yıllarda sinema sektöründe bulunmuş ve yaşamış biri olarak günümüzün sinemacılığındaki yükselme arzusuyla o günkü arzu arasında sizce bir fark var mı? Dünden bugüne arzu ve işin zahmetine yönelik bakış değişti mi? Sinemacılık çok iyi bildiğiniz üzere, zahmetli bir iş. O zahmete katlanma konusunda, genç bir insan olarak düşünceniz ve duygunuz neydi?

 Vallahi o zamanlar da çok genç değildim. Söylediğim gibi daha önce bir İngilizce öğretmenliği serüvenim olmuştu. Şimdiye nazaran o dönem genç sayılırım. Asistanlık işine çok heyecanlanmıştım. Güzel de hissettirmişti. O günlere nasıl baktığımı soracak olursanız bakışımda pek bir değişiklik olmadığını söyleyebilirim. Gerçi, başladığım dönem sinema açısından ilginç bir dönemdi. Yeşilçam Sineması bitmiş gibiydi. Sadece izleri sürüyordu. Sonrasında Türk Sineması dediğimiz Yeni Sinemacılar gelmeye başladı. Yeni Sinemacılar, şimdi daha da gençleşerek ve çoğalarak devam ediyor. Çok farklı filmler çıkıyor. O zamanlar Yeşilçam’a yakın işler yapılıyordu. Yönetmen sineması yeni ortaya çıkmıştı. Yönetmen sinemasına kadar filmler oyuncularla ilerliyordu. Alışveriş merkezleri yoktu. Her şehirde bir sinema salonu vardı. Yönetmen sinemasından önce, salonların işletmecileri Türkan Şoray, Ediz Hun, Kadir İnanır gibi ünlü isimlerin yer aldığı filmler talep edermiş. Filmler oyuncuların adı gözetilerek çekilirmiş. İşletmeciler bir bütçe yaratıp senetler hazırlarmış. Muhtemelen yapımcılar da ortaya bir miktar para koyuyordu. Filmler o paralarla çekilirmiş. Günümüzde öyle bir şansımız yok. Benim başladığım dönemden beri olmadı. Kültür Bakanlığı, 1993 yılında destek fonunu başlattı. İyi bir başlangıç oldu. Destek fonu hâlâ sağlanıyor, fakat film bütçeleri çok büyük. Sinemacılar haliyle çok zorlanıyor. Destek fonunun karşılığında bakanlığın sinemacıdan beklediği birtakım koşullar var. Mesela aldığınız miktar kadar bir teminat göstermeniz isteniyor. Bu, her zaman mümkün olmuyor. Hele ki ilk filmini çekecek olan yönetmenin böyle bir miktar gösterebilmesi oldukça güç. Bu tür zorluklar her sektörde mevcut. Biz her şeye rağmen inatla, vazgeçmeden film çekmeye devam ediyoruz.

 Günümüzde sinema dünyasına dijital mecralar dahil oldu. Kuşkusuz, bir tarafıyla fırsat gibi gözüküyor ama diğer tarafıyla bir problem, öyle değil mi?

 Kesinlikle. Hem bir yanıyla fırsat hem de bir yanıyla problem. Herkes dijital mecralara kaymaya başladı. Set arkası çalışanlar oralarda çalışmayı tercih ediyor. Çünkü çok iyi para kazanıyorlar. Bize geldikleri zaman da yakın ücretler almak istiyorlar. O yüzden de maliyetler çok yükseldi. Film yapmak zorlaştı. Amacımız, dijital kanallara karşı bir tutum sergilemek değil. Bu platformların, bir şekilde, Türk sinemasına da önemli katkıları olabileceğini düşünüyorum.

 Sanatın içerisinde her zaman bir kazanç damarı vardır diye düşünüyorum. Nereden bir ticari karşılık alınacaksa oraya doğru bir yönelim mutlaka olur. Öte yandan, bir de sanatçının derdi vardır, öyle değil mi? Siz de bir röportajınızda derdi olmayan sinema yapamaz demişsiniz. Sizce bu iş içerisinde olanların derdi azaldı mı?

 Elbette insanın kendisiyle, çevresiyle, politikayla veya ülkeyle ilgili dertleri vardır. Bahsettiğim tam olarak buydu. Ben bu derdin azaldığını düşünmüyorum. Günümüze baktığımda aklıma eskiler geliyor. Attilâ’nın senaryosunu da kendi yazdığı romanı Sokaktaki Adam’ı sinemaya uyarlamıştım. Hayatın içinden bir hikâyeydi. İçerisinde lezbiyenlikten aylaklığa çok farklı unsurlar vardı. Bakanlıktan destek almıştı o film. Filmi çekerken hiçbir sorunla karşılaşmadık. Şu an öyle bir film çekmeniz çok zor. Evet, dayatılan bir sansür yok. Sadece her dönem olduğu gibi bir otosansür hissediyoruz.

 Attilâ İlhan’la aynı evin içinde sinemaya dair tartışıyor muydunuz? Bir yerde okuduğumu hatırlıyorum. Attilâ İlhan senaryo yazdığı yıllarda bir yapım şirketine gitmiş ve çok tutulan birkaç film sekansının gösterimine denk gelmiş. Ne yaptıklarını sorduğunda filmlerin en çok reaksiyon alan yerlerini birleştirip bir film yapacaklarına dair bir yanıt almış. Buna dair ortak eleştirileriniz veya konuşmalarınız oluyor muydu?

 Yeşilçam’ın tam içinde olmadım ben. 1980 yılında başladım. Dediğim gibi Yeşilçam’ın izleri silinmeye başlamıştı. Yeşilçam çok esrarengiz bir dönem. Tüm yanlışlarına rağmen büyülü bir dönem. Attilâ’nın böyle anıları vardı, anlatırdı bana. Hatta oyunculara fark ettirmeden iç içe iki film çekenler varmış. Tabii, oyuncuya senaryo verilmiyordu. Sadece komut veriliyordu. Öyle enteresanlıklar oluyormuş. Şimdi olmuyor tabii.

 Sokaktaki Adam oldukça ilginç bir roman. Bir edebiyatçı gözüyle baktığımda Aylak Adam ve Tutunamayanlar fenomenlerinin öncülü bir karakter görüyorum. Türkiye’de varoluşçu bakışın ilk yansıması gibi adeta. Bu filmin sizin tarafınızdan yönetilmesinin hikâyesi nedir? Nasıl gelişti?

 Attilâ’nın romanları çok sinematografiktir. Görselliğe ve sinemaya uyarlamaya çok uygun. Bunlar içinde Sokaktaki Adam, bence, en pratik ve en kolay uyarlanabilir olandı. Bu bakımdan bir şanstı. Kendi yazdığı için de benim açımdan önemliydi. O filmde ismini de kullandı. Bildiğiniz gibi, daha önce farklı isimler kullanıyormuş. Özellikle Ali Kaptanoğlu ismini. Bu filmde kendi ismini kullanması benim için çok özel. Bana inandığını ve güvendiğini gösterdi. İlk kez kendi ismiyle bir senaryoya imza atmış oldu. Ben de ona eşim değil de yazar gözüyle baktım. Sokaktaki Adam’ın sinemaya uyarlanması Attilâ’ya bakanlıktan bir teklif gelmesiyle başladı. Sinema için yeni bir destek fonu oluşturulmuştu. Bunun üzerine Attilâ’nın eserlerinden birini filmleştirmek istemişler. O da Biket’i arayın, o çeksin, ben senaryoyu yazarım demiş. Sokaktaki Adam fikri bu teklif üzerine ortaya çıktı.

 Bu filmi çekmesi kadar ona ulaşması da zor Biket Hanım. Siz filmi benimle bir mecradan paylaşmıştınız. Ben o şansa sahip oldum. Sokaktaki Adam hem felsefî bir temeli olan hem de nevi şahsına münhasır bir çalışma. Bu filmi neden bulamıyoruz?

 Vakti zamanında Kayıkçı adında bir film çekmiştim. Türk-Yunan ilişkileri üzerine kurulu bir filmdi. Mehmet Ali Alabora oynuyordu. Mehmet Ali, o dönemde Kanal D’de yayınlanan Yılan Hikâyesi’nde de oynuyordu. Kanal D, filmde Mehmet Ali’nin olduğunu öğrenince haklarını satın almak istedi. Kayıkçı sinemada gösterime girdikten sonra onunla birlikte prestij olması için Sokaktaki Adam’ı da satın almak istediler. Ben çoktan Sokaktaki Adam’ı çekmiştim. İki filmi ömür boyu satın aldılar. Filmler artık onlara ait. Sinemada gösterme hakkım var, fakat kanallarda gösteremem ve satışını yapamam.

 Sohbetimiz esnasında dersler verdiğinizi söylemiştiniz. Dersleriniz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

 Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde dersler veriyorum. Kişiye katkısı oldukça fazla. Öğrenciler benden önce farklı hocalardan eğitimler alıyorlar. Bana geldiklerinde bir yönetmen gözüyle kamera karşısında nasıl oynamaları gerektiğini öğreniyorlar. Onların zihinlerini şekillendirmeye çalışıyorum. Gözlemlediğim kadarıyla genç oyuncular hemen bir dizide çalışmaya başlamak istiyorlar. Benim yanımda tavırları değişiyor ancak bunu görebiliyorum. Oyunculuk eğitimi veren birçok kurs var. Hepsinde aynı durum söz konusu. Herkeste, ben bir diziye nasıl kapak atarım derdi var. Bir bakıma haklılar ama bu işlerin pek kolay olmadığını da öğrenmeleri gerekiyor. Ara ara bunları anlatmaya çalışıyorum. Yüz kişiden üç kişi anlasa bile iyidir. Diziler insanların hayatlarına öylesine girmiş ki sinemayı unutmuşlar. Sinema artık insanların derdi değil. Ben, hâlâ insanları ısrarla sinemanın var olduğuna inandırmak istiyorum.

 Az evvel sinemacının derdinden bahsetmiştik. Bir genelleme yaparak sormak istiyorum: Size kalırsa, eğitim almak isteyenlerin teknik donanım edinerek anlatmak istedikleri dertleri var mı yoksa dert veya hikâye mühim değil mi?

 Çoğu için hikâye o kadar önemli değil. Dert sahibi olup bunun peşinden giden çok az insan var. Bana göre, içlerinde ben iyi bir oyuncu olacağım tutkusuna sahip kişi sayısı oldukça az. Kursların sayısı, daha önce konuştuğumuz gibi, çok arttı. Bu da insanı şaşırtıyor. Hangi biri kaç kişiyi iyi bir oyuncu olarak yetiştirebilecek? Bu kadar oyuncu adayı nasıl ekranda yer edinebilecek? Binlerce kurs var sonuçta. Elbette, bu kurslar hem sosyalleşme olanağı sunuyor hem de eğitim veriyor. Bunu kötü göremeyiz. Hatta takdir etmeliyiz. Ancak amaç oyuncu olmaksa bu yolla çok kolay olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Hoş okulundan da mezun olsan kolay değil. İşin bu kısmı kişinin kendisiyle ilgili. Sonuçta öğrenciye bir yol gösteriliyor. Yola sahip çıkmak ve bu yolda yürümeye devam etmek kişinin elinde. Sadece ödülü değil zahmeti de görmek gerekli. Ben bir film yapmak için kaç yıldır koşturuyorum. Zahmet ve çaba çok önemli.

 Şuan bir film projeniz var mı?

 Evet, var. Bakanlıktan haber bekliyorum. Film çıkar mı çıkmaz mı bilemiyorum. Keşke bu iş sadece bakanlığa bağlı olmasa. Keşke sponsorlar, başka kuruluşlar destek olabilse… Ancak popüler isimler ve popüler filmler olduğu zaman destek veriliyor. Bizim gibi bağımsız filmler yapan yönetmenlere çok fazla yüz veren yok.

 Sormamda bir sakınca yoksa filmin konusu nedir?

 Bir mahsuru yok tabii. Ben yakın tarihe meraklı biriyim. Yaptığım filmler de bunu gösteriyor. Bu film de şair İhsan Raif Hanım’la ilgili. Kendisi hece veznini kullanan ilk şairlerimizden. Halk tarafından esas bilinen kısmı Kimseye Etmem Şikâyet şarkısı. Bu şarkı, aslında İhsan Raif Hanım’ın bir şiiri. 13-14 yaşlarındayken yazmış. O yaşlarda babasının zoruyla biriyle evlendirilmiş. Bu kahırla kaleme almış. Sonrasında bestelenmiş. Filmde onun yaşamını konu alıyorum. Dönem filmi olduğu için zor bir proje. Umarım çekebiliriz.

 İzin verirseniz, röportajın akışının biraz dışına çıkarak kişisel merakıma yönelik bir soru yöneltmek istiyorum. Attilâ İlhan, 1953 yılında Vatan Gazetesi’nde sinema eleştirileri kaleme almış. Bu yazılara ulaşmak pek mümkün değil. Siz bu yazılara ulaşabildiniz mi?

 Ben de ulaşamadım. Fazla bir bilgim olduğunu da söyleyemem. Sadece bir dönem yazdığını biliyorum. Yanılmıyorsam Oktay Akbal zamanında yazmış. Sonraları Metin Erksan’ın kardeşi Çetin Karaman Bey’e senaryo yazmış. Daha çok senaryolarla yoluna devam etmiş. Bir yerden sonra senaryo yazmanın kendisine yetmediğini fark etmiş. Çünkü her yazdığı senaryo Yeşilçam anlayışına göre uyarlanarak ve değiştirilerek çekilmiş. Zaten her şeyi bırakıp Paris’e gitmiş. Babasının ölümü üzerine dönmüş, bildiğiniz gibi. Laf lafı açtı, farklı bir konuya girdim şimdi.

 Tam da bu konuya değinecektik. Tanışmanıza, karşılaşmanıza getirmek istiyordum konuyu… Birliktelik hikâyemizden devam edeyim o halde.

 Evlilikten önce uzun bir beraberliğimiz oldu. Evliliği hiç konuşmadık. Kendiliğinden gelişti. O dönemde Attilâ bir yerde çalışmıyordu. Evde roman, şiir yazıyordu. Annesiyle yaşıyordu. Evliliğin konusu açılmıyordu, ama lafı çevresinde dolaşıyordu. Annemi alıp İstanbul’a, Çolpan’ın yanına gideyim, dedi. Sinema alanında senaryo yazarak çalışabilir mi diye göz atmak istedi. Hayatımızı idame ettirebilir miyiz böyle, bakayım, dedi. Benim için sorun değil, aç kalmayayım yeter, dedim. Bu lafı hep gerçekçi bir tarafın var diyerek hatırlatmıştır bana. (Gülüyor.) Lüks aramadığımı söylemek istemiştim. Bir ay kadar İstanbul’da kaldı. O sırada da bana dört beş tane mektup yazmıştı. Her mektubu umutsuzdu. En sonunda her şey çok değişmiş, ben bunlarla yapamayacağım, dedi. Sektörün halinden hoşlanmadı. Yazmak istemedi. İzmir’e geri döndü.

 Evlilik hiç konuşulmadı, kendiliğinden oldu dediniz. Şimdi bir gösteri çağında yaşıyoruz. Gökyüzüne evlilik teklifini yazanlar var. Sizin ilişkinizde nasıl gelişti bu hadise?

 Gösterişli şeyler ne benim tarzım ne de onun tarzı. Yirmili yaşlarımdaydım o zaman. Çok farklı şeyler isteyebilirdim ama öyle isteklerim asla olmadı. Bana hiç uygun değil. Zaten bir konuşma da olmadı aramızda. Eski bir Rum evinde yaşıyorlardı. Arka tarafta duvarları yüksek, kapalı bir bahçeleri vardı. Dışarıdan kimse bahçeyi göremezdi. Bir gün, her zamanki gibi bahçede sohbet ediyorduk. Annesi geldi yanımıza. Bir kutu çıkardı. Açtı koydu önümüze, içinde iki tane yüzük vardı. Attilâ yüzüklere baktı. Büyük olanı alıp parmağına taktı. Hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti. Ben de ötekini alıp parmağıma taktım. Hiçbir şey söylemeden konuşmaya devam ettik. Annesi biraz kızmıştı. Attilâ’yı biliyorum, bari sen kalkıp elimi öpseydin, demişti. Söz, nişan ne derseniz adına böyle bir şey oldu. Sonra şartlar durumumuzu aştı. Bir nikah yapalım, dedi. Eve bir nikah memuru çağırdık. Evde üç dört kişiyle nikah yapıp evlendik.

 Attilâ İlhan’ın “Sen çok gidip geliyorsun. Laf olur.” gibi bir ifadesinin olduğu doğru mu?

 Tabii tabii, doğru. Öyle bir dönemdi. Mesela, dedem de mahallede laf olduğunu ve dikkat etmemi söylemişti. Dedem asker olmasına rağmen hayata geniş çerçeveden bakan biriydi. Bana güvendiğini, yanlış yapmayacağımı bildiğini, ama yine de dikkat etmem gerektiğini söylemişti. Demek ki Attilâ da aynı şeyi görmüş ki bana laf gelmemesini istemiş. Karşıyaka küçük yerdi sonuçta.

İlişkinizde, Attilâ İlhan’ın evlilik şartları öne sürdüğüne dair söylenceler var. Sizden teyit etmek isterim. Bu doğru mu?

 Öyle bir şey yok canım. Ufak tefek anlaştığımız noktalar vardı. Olur olmaz herkesin eve gelmesinden hoşlanmazdı. Fazla yakın aile ilişkilerini sevmezdi. Bir de çocuk sahibi olmak istemezdi. Bunları söylemişti. Bunlara şart denilemez. Bir sohbet sırasında konuştuğumuz şeylerdi. Her şeyde olduğu gibi abartılmış. Mesela bir yerde 1983 yılında ayrıldığımızı yazmışlar. Hâlbuki biz 1987’de boşanmak için başvurduk. 1988’de boşandık. Bir sene daha aynı evde yaşadık. Yani yirmi iki, yirmi üç sene oldu. 1983’te boşandığımıza dair bilginin nereden çıktığını hiç anlamadım. Düzeltmek için uğraşmıyorum. Yılların önemi yok. Hep söylerim. Biz boşandık, ama ayrılmadık.

 Sahiden alışılagelmişin dışında bir evlilik. Birlikteliğinizde her şeyden önce dostluk ilişkisi ve yüce gönüllülük varmış. Özellikle bu çağdan bakıldığında başarı gibi gözüküyor. Bunu nasıl sağladınız?

 Eğer öyleyse ne güzel. Vallahi, biz bunun için özel bir çaba sarf etmedik. Galiba özelliklerimiz birbirine benziyordu. Nasıl söylesem ki? Vefa duygusu, şefkat… Bunlar bizim hayatımızda çok önemliydi. Bir insanı boşandığınız için hayatınızdan yok edemezsiniz ki. Şefkat duygusunu paylaştığınız bir dostluk ilişkiniz varsa bu şekilde devam eder. Sevgi de sürer. Bizim çok derin bir bağımız vardı. Sıradan bir ilişkimiz yoktu. Şimdi devamlı aşka yelken açıyorlar. Bir bakıyorsun o aşk sekiz ayda bitiyor. Biz öyle yaşamadık. İkimiz de kendini bilen insanlardık. Çok genç olmama rağmen beni olduğum gibi kabul etti. Ben de onu olduğu gibi kabul ettim. Ne sınırlarımızı aştık ne de birbirimize karıştık. Zaman zaman paralel yaşadık. Mesleklerimiz gereği birbirimizi rahatsız etmemeye özen gösterdik.

DDI Akademi’de düzenlediğimiz “Attilâ İlhan’ı Anma Programı”’nda kendisi çalışırken ona alan yarattığınızdan bahsetmiştiniz. Bu bir talep üzerine değil de kendiliğinizden yaptığınız bir şeydi sanırım.

 Evet, tamamen kendiliğinden gelişti. Zaman zaman, konuşurken dalıp gittiğini fark ederdim. Dinliyor gibi gözükürdü ama aklında başka bir şeyler döndüğünü anlardım. Ben de hiçbir şey söylemeden giderdim. Onu düşünceleriyle baş başa bırakırdım.

 Harikulade! Zihnimde, anlattığınıza paralel bir hatıra belirdi. Üniversiteye giderken Bostancı’dan 112 numaralı otobüse binip Beşiktaş’ta iniyordum. Maçka yokuşunu çıkarak Teşvikiye’ye yürüyordum. 2002 veya 2003 olmalı. Bir gün o yolda, Attilâ İlhan’ı yokuş aşağı inerken gördüm. Hakikaten bir şey mırıldar gibi dudaklarını hareket ettiriyordu. Siz herhalde buna defalarca tanıklık ettiniz.

 İskelede ona ilk rastladığımda bu dikkatimi çekmişti. Durmadan fısıldıyordu. Kim bu adam, ne yapıyor diye merak etmiştim. Hatta normal değil herhalde diye düşünmüştüm. (Gülüyor.) Tanıştıktan sonra şiirlerini bu şekilde çalıştığını öğrendim. Evet, öyle ilginç bir yanı vardı. Herkese nasip olmayacak bir ilişkimiz vardı. Biz hiçbir zaman evli gibi yaşamadık. Hep flört eder gibi yaşadık.

 Özellikle genç okurlar söylediklerinizi okuduklarında “Nasıl olur böyle bir şey?” diye soracaklar diye düşünüyorum. Onlar adına ben sorayım: Flört eder gibi bir yaşam nasıl sürdürülebilir?

 Vallahi onun formülünü yaşayarak öğrenirsiniz. Bana daima takılırdı. Mesela yolda yürürken birdenbire karşıma çıkar ve “Sizinle bir yerden tanışıyor muyduk?” diye sorardı. Güzel yıllardı.

 Evin içinde ortak bir üretim mutlaka oluyordur. Birlikte çalışmalar yapıyor muydunuz?

 Yok canım. Çünkü ben onu kendi romanlarını ve şiirlerini yazan bir adam olarak kabul ettim. Eşim olan Attilâ vardı. Öbür tarafı farklıydı. Sadece ona bu fırsatı iyi değerlendirebilmesi için alan bırakırdım. O da benim sinema çalışmalarıma karışmazdı. Bir iki tane filmini ve dizisini çektim. Kanal 6’da yayınlanan Teleflaş dizisinin senaryosunu o yazmıştı. TRT’de yayınlanan Kurtlar Sofrası’nı da ben çektim. Bir de Sokaktaki Adam’ı çektim. Evet, kendi ismiyle yazdığı üç senaryosunu ben çektim. Tabii, senaryo yazarken de karışmazdım. Bitirdikten sonra okuyup sorular sorardım. Bu da son yıllarda olurdu. Öncesinde sinemacılığım yoktu. Dediğim gibi, birbirimize karışmadan yan yana güzel bir hayat yaşadık.

 Üç ayrı şehirde birlikte yaşadığınızı okumuştum. Felsefeci Kant Konigsberg’in sokaklarında dolaşırken hep aynı saatte aynı yerden geçermiş. Kant geçiyor demek ki saat dokuz oldu, gibi birtakım laflar edilirmiş. Attilâ İlhan’ın kendisini anlattığı metinlerde de “sorumlu sorumsuzluk” gibi bir ifade görmüştüm. Esasında aylak yaşamının altında da, ciddi manada bir disiplin görülüyor. Bu nedenle şöyle bir soru yöneltmek istiyorum: Farklı şehirlerdeyken hayat disiplini değişir miydi?

 İzmir, Ankara ve İstanbul olmak üzere üç şehirde yaşadık. Ayrı şehirlerde farklı yaşamadığımızı söyleyebilirim. İzmir’de ailelerimiz vardı. Pazar günleri kardeşi Cengiz Bey annelerine gelirdi. Aile buluşmaları yapılırdı. Her şehirde onun her yerden geçiş saati belliydi. Bu disiplin anlayışı olmasa o kadar kitap yazamazdı. Gençliğinde kısa süreli bohem hayatı yaşamış, fakat özellikle benimle birlikte olmaya başladıktan sonra böyle bir şey olmadı. Rahatça üretebileceği bir hayat istiyordu. Ona kavuştu. Sanıyorum ki onun için de bir şanstı. Bana hiç aykırı bir hayat gibi gelmedi. Sanki hep öyle yaşamışım gibi o hayata devam ettim. İlginç bir denk gelme diyebiliriz.

 Sizinle ilk kez yüz yüze görüşüyoruz. Çok mütevazı ve doğal bir haliniz var. Bunlar sanırım örtüştü, öyle değil mi?

 Olabilir, evet. Nasılsam öyle yaşıyorum. Kendimi farklı göstermeye hiç çalışmadım.

 Okuduğum metinlerde sizin sigara tutuşunuza dair büyük bir güzelleme vardı. Şu an onu da görüyorum. (Gülüyor.)

 Evet, kendimi bildim bileli hayatımda sigara var. Olmasa iyi ama…

 Geçmişe dönüp baktığınızda mutlaka özlem duyuyorsunuzdur. Gündelik yaşantınızı hatırınıza getirdiğinizde başka nasıl duygular canlanıyor?

 Hep güzel anılar var. Sanırım bir yerde daha anlatmıştım. Onu kaybetmeden yaklaşık altı ay önce kalp rahatsızlığından dolayı hastanedeydi. Kendisini Ekim’de kaybettik, Mayıs ayı olması lazım. Gelenler gidenler oluyordu. Gecenin bir saati herkes gitmiş, biz yalnız kalmıştık. Eski günlerden konuşuyorduk. Bizim aramızda zaten her şey devam ediyordu. Bitmiş bir şey yoktu. Ne çok şey yaşadık, dedim. İyi kötü ne çok şey yaşadık denir ya. Öyle bir şey söyledim. Hemen durdurdu beni. Seninle yaşadığım hiçbir kötü anımı hatırlamıyorum, dedi. Bu bizim hayatımızın özeti.

Kendi içinde bir yaşamınız var gibi gözüküyor. Keza Attilâ İlhan’ın da öyle. Evin içerisinde misafirlerin ağırlandığı şenlikli sofralar kurulur muydu?

 Bizim evde olmazdı. Kimsenin gelmesini istemezdi. Birini ağırlayınca iş ertesi gün de devam ediyor. Uzantıları sürüyor. İnsanın hayatı ister istemez bölünüyor. Attilâ da sürekli çalışmak istiyordu. Bu yüzden, öyle bir hayat yaşamadık. Ben de istemezdim. Yalnızca pazar günleri bir istisna olurdu. İzmir’de ailelerimizle görüşürdük. Ankara’da kimse yoktu. Bir tek Cengiz Bey’in oğlu Cem İlhan vardı. Üniversitede okuyordu. O gelirdi bize. İstanbul’a taşındıktan sonra Çolpan hepimizi toplardı. Önce üçü birden annelerine giderlerdi. Yarım saat oturup Çolpan’a gelirlerdi. Hepimiz Çolpan’ın evinde buluşurduk. Sezer Sezin, Sevda Ferdağ gelirdi. Zaman zaman farklı insanlar da katılırdı. Epey kalabalık olurduk. Öğle yemeği yenir, akşama kadar oturulurdu. Attilâ öğle yemeği yedikten yarım saat sonra eve giderdi. Ben kalırdım. Eve gider öğleden sonra hep yaptığı gibi bir saat uzanırdı. Sonra da çalışırdı. Bahsettiğiniz şenlik Çolpan’ın evinde yaşanırdı. Attilâ şenliğin bir kısmını yaşayıp kendi hayatına dönerdi.

Müthiş bir disiplin…

 Öyleydi… Şimdi aklıma geldi. Biri ağladığı zaman Çolpan, “Haklısın, üzüleceksin, ama lütfen güzel güzel üzül!” derdi. Attilâ’yla konuşurduk. Sen de delisin, ben de deliyim derdik. Bu işi yapanlar zaten bir miktar delidir. Fikret Hakan, “Attilâ da deli, sen de delisin, ama siz makul delilersiniz.” derdi. Nasıl söylesem? Çılgınlıkların bize özel tarafı olurdu. Çılgınlıktan kastım bizim yönlendirdiğimiz bir çılgınlık. Genel anlamının dışında.

 Çok teşekkür ederim Biket Hanım. Son olarak Lento okurlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?

 Derginize seçmiş olduğunuz isim çok güzelmiş. Çok teşekkür ediyorum.

Yorum bırakın