Ataora

 Uzak dağların, ovaların ötesinden, ağaçların yapraklarının arasından kırılarak gelen milyonlarca ışık taneciğinden birisiyim. Gecenin içine ulaşan ve sabahın en loş halini oluşturan ilk taneciklerden biri…
 Yeryüzü bahçesinin sınırsız yuvarlağının üzerinde, karanlığı birazdan sırtından sıyıracak dağların arasında kalmış bir köyün üzerinde dolaşıyor, kuytu bahçelerin köşelerine, ağaçların altlarına bakıyorum.
 Uykunun buharı ile kırılmış gerçeklikte, görüntüler ve algılar rüyaların kıvrımları arasında katlanıp yansıyarak şekilleniyor.
 Bu köyde, bu bahçede rüzgar taneciklerinin toprak ve henüz siyah gözüken türlü yeşil yaprak arasında fısıldaşmalarını dinliyorum. Köy evi beyazın en loş, en koyu halinde belirleniyor usul usul. Evin bahçesindeki divanın üstünde, duvara dayalı yastıkların önünde, dizlerini göğsüne çekmiş, ellerini ayak bileklerinin üzerinde kenetlemiş, çenesini dizlerine dayamış biri oturuyor.
 Ben, uzaklardan buraya düşen ilk ışık taneciği onun gözlerindeki boşluğa çarpıyorum. Rüyasız gözlerine vurup yansıyınca onun gözleriyle bir oluyorum. Görüş alanının yuvarlağının sınırlarında dolaşıyorum, bakışlarını dolaştırıyorum alacakaranlıkta.
 Bütün bahçeyi tarıyor sayemde. Varla yok arası en dip köşede, rüzgarla hışırdayan yaprakları duydukça, doğanın canını hissedip ürperiyor. Uzaklarda havlayan köpeklerin seslerini getirip bırakıyor rüzgar ona. Rüzgar da mesafeleri aşıyor tıpkı benim gibi.
 Ben bu kızı tanıyorum, hem de Tahiti’den. Tahiti’de içine bakır tonlarını katıp koyulaştırdım teninin rengini. Bakışlarını parlaklaştırdım. Yanaklarını, burnunun ucunu ve alnını önce pembeleştirdim, sonra bakıra döndürdüm. Koyu kumral saçlarına daha fazla ışık yansıtsın diye birazcık sarı kattım, omuzlarından ışık şalı gibi aksın diye.
 Başını kaldırıp göğe uzattı bakışlarını. Bir duvardı gök, siyahtan koyu maviye, aşağılara doğru kırmızıya geçiş yapan. Herkes uyku buharının serabındayken uyanıklığının sebebi neydi ki? Baktıklarına bakıp, gördüklerini görüyorum. Gözlerinin içine bakıp biriktirdiklerini izliyorum.
 Divanın önünde bir masa duruyor. Üzerindeki kalın muşamba örtü gül desenleriyle süslenmiş. Divanın örtüsü ve yastıkları oldukça eskimiş ve solgun.  Goblen çiçek desenleri yer yer zeminine karışmış ve kaybolmuş. Sandalyenin üzerinde yassılmış pamuk minder yılların yükünü taşımış, yorgun.   Masanın üzerindeki salça kutusuna ekilmiş fesleğeni avucuyla okşuyor ve avucuna sığınan kokuyu bir nefeste içine çekiyor.
 Masanın üzerinde bir kutu… Kapalı… Bakışları ona takılıyor. Kutu boşlukta belirginleşip bir hacim kazanıyor. Bakışları önce anlamsızken yavaşça bir merak uyanıyor. Ellerini uzatıp alıyor kutuyu kucağına ve kapağını açıyor. Işığın hapsedildiği gümüş parıltılarla karşılaşıyor. Üst üste konulmuş küçük kartlar açıldıkça binlerce an açımlanıyor anı anı. Görüntüler düzlem düzlem diziliyor masanın üzerine. Aile fotoğrafları, küçüklüğü, çeşitli düğün fotoğrafları, siyah beyazdan sepyaya dönmüş, kimileri sararmış, uçları kıvrılmış. Daha önce yaşamıştım fotoğrafların çekildiği anları, gümüşlerine dokunmuştum ve aksetmiştim yüzeylerine. Gözleriyle ve elleriyle okşuyor adeta o geçmiş zaman anlarını. Sonra sabahın ışıklarının dans ettiği aydınlanmış göğe dalıyor bakışları.
  Soruyorum: “Ne oldu?”
  İçinden geçenleri okuyorum. “Özledim. Nasıl özleyebilir ki insan, daha üç ay öncesine kadar varlığını bile bilmediği bir insanı?”
 Gözlerinin içinde canlanan görüntüye bakıyorum, gülümseyen ve parlak bakışlarıyla genç bir erkek yüzü beliriyor. Güneş ışınlarının iyice koyulaştırdığı bir teni var. Ben bu yüzü çok uzaklardan, Tahiti’den tanıyorum.
 “Ataora,” diye adını fısıldıyor.
 Anlamını sormuştu. Gülümseyerek “Büyük gülüş.” demişti Ataora.
 Fotoğraflardan biri elinde duruyor, sürekli onu inceliyor. Salıncakta sallanırken çekildiği günü anımsıyor. Siyah beyaz görünen, pembe mavi çiçekli elbisesi ile ağzı kulaklarına varmış öylece fotoğrafa asılı kalmış bir anda. Salıncağının bir zamanlar asılı durduğu tepesindeki ağaç dalına takılıyor gözü, “Bu ev, bu bahçe, bu koca meşe ağacı. Daldan sarkan uçları iplik iplik çözülmüş urgan çocukluğumun salıncağı… Bir parçası hala orada kalmış.” deyip gülüyor…
 “Bir zamanlar şurada sabit duran meşe ağacı kadar ait hissettiğim bu bahçe nasıl da küçülmüş ve uzaklaşmış. Aslında büyüdükçe dünyamız genişledikçe yeryüzünde daha fazla yer görünce önceden bize kocaman gelen yerler küçülmüş, çekmiş gibi oluyor. Önemsizleşme duygusu da değil bu. Bir şeyler yer değiştiriyor. Bağımsızlaştıkça daha farklı şeyleri nedense daha uzaklarda arıyoruz. Çocukluğumun koca bahçesi sanki yeryüzüne çekilmiş ve göğe doğru yükseldikçe küçülen görüntüler gibi yitmek üzere. Fotoğraflar da hüzünden çok, artık ait olmadığım yitik bir ülkenin göstergeleri.” diyor.
Fotoğrafları üst üste koyup, kutuya yerleştirip kapağını kapatıyor. Biri hariç. Salıncaktaki fotoğrafını masanın üzerinde bırakıyor. Divanın köşesine uzanıp çantasının içinden palmiye desenli eşarba sarılı paketi çıkarıyor. Eşarbın renkleri gözbebeklerinde oynaşıyor ve ona neşeli bir ifade katıyor. Gözlerinin derinlerinde ise o küçük çarşıda eşarbı beğendiği anı ve Ataora’nın kendisine alıp hediye edişini izliyorum. Dört köşesini üst üste bohça gibi sardığı paketin köşelerinden birer birer açıyor ve içinden renkli fotoğraflar çıkmaya başlıyor.
 İçinden geçen sesi duyuyorum. “Sadece üç gün önce, daha üç gün önce oradaydım. Şimdi çok uzakta ama çok yakın hala. Benim bir yanım orada kaldı. Çocukluğumun bahçesi ne kadar uzakta. Oysa buradayım.”
 Üç ay önce kendisini Tahiti’ye götüren o mucize gibi dizilen olay zincirini hatırlıyor. İnternette gördüğü küçük bir haber yazısı, fakültede arkadaşı Bade ile karşılaşması, öğrenci ofisindeki sekreterin evrakları hemen hazırlayıverişi ve kendini Tahiti uçağında buluverişi. Tahiti’de sadece üç ay gönüllü olarak çalışacak, çocuklara oyunlar öğretilmesine ve çeşitli etkinlikle hazırlanmasına destek olacaktı. Üstelik yol, yemek ve kalacağı yer organizasyon tarafından karşılanacaktı. Orada kalmayı uzatırsın belki diyenlere “Yok ben aileme çok bağlıyım, ülkemi çok seviyorum, üç ay kalıp dönerim.” demişti. Uzun bir yolculuğun ardından Tahiti’ye varınca havaalanında bir kartonda yazılı adıyla Ataora onu adı gibi büyük bir gülüşle karşılamıştı. Bu uzak köşede kendi adıyla karşılaşmak tuhaf bir duygu yaratmıştı. Beklenmek, sınırlarla belirlenmiş toprakların çok ötesinde hiç bilmediği bu yeryüzü parçasında beklenildiğini hissetmek.
 “Çok özledim oraları…”
 Terliklerin yere sürtme sesini fark ediyor, annesinin ayak sesi…
 İşte o gülen yüzüyle sırtında yeleğiyle annesi evin bahçeye açılan kapısından sesleniyor.
 “Hatice kızım çay suyunu koydum, yumurtayı haşlama mı yapayım?”
 Gülümsüyor, uzun zamandır duymadığı bu soru tümcesi bazı şeylerin hiç değişmeden derinlerde aynen durduğunun simgesi. Önemli olan yumurtanın nasıl olduğu değil, sorunun aynı olması. “Farketmez, sen nasıl istersen öyle yap annem.”
 Birleştiğinde mavi yıldızlar oluşan mozaik taşlarla döşeli koridorda kayboluyor annesi.
 Annesi iki bardak çayla geliyor yanına.
 “Daha vakit çok erkenmiş. Ne zaman kalktın kızım? Uyku tutmadı mı yoksa?”
 “Hı hı”
 Ağaçların yapraklarının arasından katman katman süzülen güneş ışığı muzip bir parlamayla ulaşıyor da annesinin tam gözünün içine düşüyor.  “Yaşlılığa geçiş yapmış yüzünde, etrafı kırışıklarla dolmuş, içlerinde yaşam ışığını taşıyan annemin gözleri ne kadar da içime bakıyor. Aynı derinlikte buluşabiliyor muyum?” diye düşünüyor Hatice.
 Yukarıya doğru kıvrılmış engel olamadığı bir gülüşte ve bir ayna gibi annesi de aynı gülüşte. Sarılıp hasret gideriyorlar.
 Cep telefonu kısa kısa çalıyor Hatice’nin, bakıp gülümsediğini fark ediyor kızının.
 Çayından bir büyük yudum alıp “Çok dalgınsın kızım, gözlerin dalıp dalıp gidiyor. Sanki aklın başka yerde.”
 “Yok bir şey, önemli bir şey yok.”
 Eşarbın üzerindeki fotoğraflara takılıyor gözleri “Yeni çıkan fotoğraflar mı bunlar?”
 Yüzünde hem meraklı, hem zorlamayan, hoş gören bir bakış var. Nasılsa kendini hazırlayacak, hazır hissedince konuşacak diyen bir bakış. Akşamki o uçarı özlem heyecanı kalmadı kızında sanki.
 “Bak anne, Tahiti fotoğrafları bunlar,” diyerek tek tek anlatmaya başlıyor. “Bunlar gittiğim okuldaki öğretmenler. Bak herkes böyle rengarenk giyiniyor. Burası da okul bahçesi. Çok değişik çiçekler vardı orada. Kokuları da çok güzeldi. Bak bunlar da çocuklar. Çok tatlılar.”
 Annesi de dayanamayıp “Ne kadar tatlı gülmüşler, hepsinin gözleri pırıl pırıl,” diyor. “Peki bu delikanlı kim?”
 “Ataora. Görevlilerden biri.”
 Toprağın üzerinde yan yana duran iki el fotoğrafı. Hatice bir şey söylemeden diğer fotoğrafa geçiyor. Hatice ile o delikanlının fotoğrafı. Annesi   Hatice’nin gözünün içine anlamak ister gibi bakıyor. Hatice önemli bir şey yokmuş gibi kaçırıyor bakışlarını.
 Bu bakış sevgi ve bağımlı bırakmanın, bağlamanın ya da tam tersine bağımsızlığın hatta hasret ve özlem endişesi.
 Annenin içinden geçenleri okuyorum “Benden uzaklaşma yavrum, gitme uzaklara. Evde aldığın nefes, gölgeni görmek bile yeter bana. Divanında okuduğun kitabı kapaklayıp koyman, elinde hortum bahçeyi sulaman, fesleğeni okşayıp koklaman bile sinmiş içime. Yoksa gidecek misin o Ataora’ya?
 “Okulun nasıl gidiyor kızım, bitirebilecek misin zamanında?”
 “Bitecek anne. Üçüncü sınıftan tek dersim kalmıştı zaten. Seneye hepsini toparlarım, diyorum.”
 Bir an durdu Hatice. İçine derin bir nefes çekip annesinin gözlerinin içine bakarak “Anne ben Tahiti’yi çok sevdim.” dedi.
 Annenin içi kanatlandı, Eyvah, eyvah…
 Hatice “Orada insanlar çok başka. Çok içten ve çıkarsız. Beni de çok sevdiler. Kimse kimseye karışmıyor, olduğu gibi kabul edip seviyor. Sanki hep şimdiki zamanı yaşıyorsun. Özenti, kıskançlık yok…
 Ataora ile ayaklarını çekmişler yan yana, renk farkını ortaya çıkarır gibi. Bunlar sevdalanmışlar, eyvah eyvah.”
 “Anne ben Ataora’da çok şey buldum, sanki hep yanımda o varmış gibi geliyor. Ona daha ilk anda ısındım.”
 Anne dile geliyor “Ne diyorsun yavrum?”
 “O da beni çok sevmiş. Hiç yanımdan ayrılmadı. Hep yardımcı oldu. Zaman onun yanındayken uçup gidiyor. Sürekli konuşup gülüşüyoruz. Ona güveniyorum.”
 “Acele etme yavrum, okulunu bitir önce.”
 “Tabi bitireceğim, ama biz onunla evlenmek istiyoruz.” derken Hatice’nin cep telefonu Tahiti şarkısıyla coşuyor. Hatice elinde telefonu bahçede dolaşarak konuşurken ağzı kulaklarına varıyor.
 Annenin gözleri bahçenin derinliklerinde kızını izliyor. Sol elinin baş parmağını çaresizce sağ avucunda ovuşturup dururken fesleğene bakıyor. Oradan firar edip Ataora’nın fotoğrafına takılıp Hatice’nin salıncaktaki mutlu çocukluk fotoğrafına ulaşıyor. İki fotoğraf arasında mekik dokuyor. Meşe ağacının gövdesindeki ışık oyununa dalıyor gözleri. Gözüne güneş ışığı vuruyor. İçinde gençlik günleri ve hatırladığı bir delikanlı var. Birbirlerini uzaktan süzüyorlar. Ben de sevmiştim ama İstanbul uzak diye vermemişlerdi. Bırak evlenmeyi tanımaya bile fırsat bulamamıştık. Ama birbirimizden hoşlanmıştık. Burada köyde de mutlu bir evliliğim oldu ama onun sevdası hep aklımda kaldı. Bu Hatice’nin hayatı. Onun mutlu olması benim özlememden daha önemli.
 Kızının içten kahkahaları ise annesinin yeni kararını onaylar gibi sabah rüzgarıyla savruluyor.

6 thoughts on “Ataora”

Yorum bırakın