Saadet

 Esen ılık rüzgâr, radyodan gelen sesle sarmalanıp tatlı bir esintiye dönüşüyordu. İçeriden gelen ses,
 -Terliklerini giy! dedi.
 -Tamam! dedi diğeri, bezgin.
 Elini uzatıp açtı dolabın kapağını. Diğer eliyle çıkardı iki tabak, koydu masaya. Tencereyi aldı, ocağa yöneldi. Isıtmak için üzerine bıraktı. Kibriti çakar çakmaz yakıverdi altını.

 Mırnav koşarak girdi içeriye. Süründü bacaklarına. Dolandı eteğine. Eğildi Saadet onu tam okşayacaktı ki kaçıverdi. Zıpladı sandalyenin üzerine. Gözbebekleri büyüdü büyüdü kocaman oldu.

 Saadet gülümseyerek doğruldu.
 -Mırnav hoş geldin!
 “Ah! Sen de olmasan…’’ diye mırıldandı. Dolaptan bardakları çıkarırken tek tek, bir gözü de Mırnav’da.

 -Duydun mu? Yine terliklerini giy diyor. Bıkmadan her gün söylüyor. Giymek istemiyorum diyorum. Dinletemiyorum. Ah bu terlikler! Terlik demişken. Biliyor musun? Beş altı yaşlarındaydım. Annem balkanlardan gelen soğuk hava dalgası gibiydi. Ayda bir terliği aldı mı eline. Yer misin yemez misin? Popomuza popomuza. Abimle ablam çil yavrusu gibi dağılırlardı. Kaçacak bir delik bulurlardı her seferinde. Bense yakalanırdım hep.
Hüzün çöktü yüzüne. Derin bir iç çekti.

 -Ne değişti Mırnav? Çoluk çocuğa karışıp çil yavrusu gibi dağılmadılar mı?

 Mırnav gözlerini kaçırdı, kafasını öne eğdi, patilerini kıvırıp çekti kendine. Çekmeceyi çekip, çatal ve bıçakları aldı eline. Birde kaşıkları. Öylece baktı. Çeyizindendi. Severek almıştı. ’’Gümüş bunlar.” demişti Seher. ‘”Ömürlük.” “Ne ömür ama!” Elindekileri yerleştirirken tabakların yanına, gözleri gezindi masada. Nemli. Tabaklarda çeyizinden değil miydi? Sadece tabaklar mı? Tencere takımları, çay fincanları, mutfak robotundan tut da düdüklü tencereye varana kadar. Arada bir kutularından çıkarır, temizler tekrar paketleyip dizerdi tereğin en tepesine.

 “Niye bekliyor bunlar? Kullan gitsin!’’ demişti annesi. Bir hışımla atıverdi kendini sandalyeye. Sıçradı Mırnav. Dikti kulaklarını.
 -Bakma öyle! Kullanmayıp da ne yapsaydım?

 Birden bire öyle esti ki rüzgâr… Perde havalandı. Yükseldi. Ocağı alevlendirdi. Neredeyse söndürecekti. Bir iki adımda koşup yetişti Saadet. Pencereyi tam kapatıyordu ki aralıktan başını uzatıp sokağı şöyle bir süzdü. İn cin top oynuyordu. Saçları uçuştu. Toz duman oldu.

 -Ne var ne yoksa önüne katıp götürüyor bak!
 Başını çekti geriye, hızlıca kapattı. Yalpalayarak sağa sola çarpan ağaç dallarıyla, yaprakların hışırtısı kesildi. Sandalyeyi çekip oturdu. Bir anda Mırnavın meraklı gözleriyle göz göze geldi.

 -Hiç mi sevmedim? Sevdim elbette. Nişanlıydık hem de! Annem, “Pinti adamın teki”  demişti. “Yaramaz bize!” “Boyu senden kısa. Yakışmıyorsunuz hiç!” demişti ablam. Abim mi? Hiç karışmadı. Ayrıldık. Sonra da taşındı gitti buralardan. Bir daha da görmedim. İzmit ‘e yerleşmiş dediler. Evlenmiş. Çocukları olmuş.

 -Aman bana ne!
Mırnav bir bakış fırlattı en sıcağından. Saadet yaslandı geriye. Omuzları çöktü. Sesi gömüldü karanlığa. Tencereden gelen sesi duymadı bile. Hafifçe öne eğildi. Mırnavın kulağına fısıldar gibi.

 -Başka kısmetlerim de çıktı ama armudun sapı, üzümün çöpü derken kaldık mı baş başa! Geriye kaykıldı.
 -Bu saatten sonra? Yok canım sen de!

 Tencereden gelen yemeğin fokurtusu karıştı titrek sesine. Ayağa kalktı, kapattı ocağın altını. “Hay Allah! Nereden geldik bu konuya Mırnav?’” diyerek okşadı başını. Döndü, radyoya uzandı. Düğmesine dokundu. Çevirip biraz daha açtı sesini. Sessiz sedasız elleri gitti gözlerine. Sadece burnunu çektiğini duyabildi Mırnav. Kuyruğu yavaşça havalandı, yarım daire çizdi, dönerek indi.

 “Terliklerimle gelsem sana. Sonunda aşkı bulmuş gibi…”
 -Geldi geçti! Şu ömrümde bir sen varsın, bir de…
 Mutfak kapısı açıldı. İrkilerek başını çevirdi. Annesi elinde terlikler mutfağın eşiğindeydi.
 -Saadet, terliklerini giymemişsin! Üşüteceksin!