Yokuş

 Hayat inişler ve çıkışlarla doludur. Ben hayatımda hatırladığım kesitlerde hep dik yokuşlar çıktım. Biraz nefes alıp sonra devam ettim tırmanmaya. Aşkı hatırlarken de…

 Haftanın altı günü, aynı güzergahı kullanmak zorunda olduğum altı günlük rutinimdi. Evden çıkar bisikletime binerdim. Kulaklığımı takar güzel bir “playlist”le başlardım yola koyulmaya. Yolda beni her sabah, okula gitmek için hızla yürüyen liseliler, uyanamamış memurlar, sobanın dışarı vurduğu is kokusu, kaymakam güvenliklerinin hazırlıkları karşılardı. Daha sonra trafik dolu yolda karşıya geçmek için beklemeler… Karşıya geçtikten sonra solumda şehrin beton süsü. Rampa inip çıktığımda kalçamın her sabah acıması da aynıydı. Dar bir kaldırımla yola devam eder sağımda belediyeyi, bakkalları, eczaneleri, fırınları, kahvehaneleri, çorbacıları insanlardan yavaşça sıyrılarak geçerdim. Dar bir kaldırımdan hızla sıyrılamazsınız üstelik kulağınız müzikteyken. Sese kaptırıp devam ederken en rahat yol aşamasına geçiyordum; düz, geniş, kaldırımlı, insansız, trafiksiz bir yol. Bu yol bittikten sonra işime varıyordum. Hayır hayır, hayır. Düz, geniş, kaldırımlı, insansız, trafiksiz bu yol o kadarda kolay geçmiyordu bana. Asıl yokuş bundan sonra başlıyordu. Haftanın altı günü dar kaldırım bitiyor, düz yol bana yokuş gibi geliyordu. 

 İlk baş, ilk kez gülmekten ağladığımız Benzinhane yokuşunu tırmanıyorum. Onu sırtımda taşıdığım Benzinhane’yi… Ondan sonraki aşama bana uzunca anlattığı oteli aşmak. Şimdilerde tadilat sürecinde olan  o otele uzunca bakıyorum. Bundan sonraki yokuş baya dik, derin bir nefes alıp tüm gücümle çıkıyorum. Sağımda kocaman bir park alanı, orada kenarda küçük bir alan, çokça anı. Onun için, onun yüzünden ilk ağlayışım, ondan izin alarak ona sarılışlarım. Yanlış duymadınız, ondan izin alarak sarılışlarım, doğrudur. Benim için olmayan ama bana söylediği, hatırladığımda tebessüm ettiren şarkı söylemeleri… Heyecanlı anlatımlarım, o bu heyecanımı hep çok sevdiğini söylerdi, ansızın anlımdan öpüşleri, (benim çokça anlam yüklemelerim!) saatlerce Oğuz Atay’dan bahsetmeler…

 O anıların hiçbir anında “seni seviyorum”lar yok mesela. Berbat bir karpuzu almak için elimi tutarak koşturması var. Benim, “seni seviyorum demeden, dedi” diye inandıklarım var ama söylem yok.

 Onu hesapsız sevmenin bedelini iyi biliyorum. Sarılmanın gücüne hiç inanmayan birine, izin alarak sarılırdım ama onu sevmek için hiç izin almadım. İzin alsaydım ve izin vermiyorum deseydi sevmeyecek miydim? Elbette sevecektim. Böyle bir ihtimal olsaydı, mümkün olsaydı da insanlar keşke sevmeden önce izin alsaydı, sonra da sevilmek istemeyen söyleseydi, “Beni sevme, seni koyacak bir yerim yok kalbimde! Ben istemiyorum.” deseydi. Ah mümkün olsaydı da sevmeseydim!

 Hayatın inişler ve çıkışlar olduğunu söylüyoruz. Ben haftanın altı günü, bu dik yokuşu çıkarken nasıl olur da inişlere inanırım? 

Yorum bırakın