Türkiye’de Aile ve Mahrem

 1960’lardan sonra modernleşme çabası içindeki Türkiye’nin kentlerde yaşayan orta sınıf (küçük burjuva) ideolojisinde şekillenen aile yaşamına odaklanacağım. Bunu yaparken sosyolojik imgelem oluşturması bakımından dönemin edebiyat eserlerinden faydalanacağım. Aile ve mahrem meselesinde kurumsal belirlenimler ve tanımlamalara göre değil daha çok içeriden, insansal yaşantıya odaklanmaya çalışacağım. Mahrem ve kamusal arasındaki şeffaf perdeyi ya da bir kapı eşiği kadar mesafeyi dolduran ayrıntıları tahlil etmek niyetindeyim.

             Antropolojik kazılar bizi “gelinlik” ile ilgili ilginç bir ayrıntıya götürüyor: Beyaz gelinlik aslında antropomorfik dönemde tanrılara kurban edilen bakire kızlara giydirilen bir tür kefen…

            İlk toplumsal yapı aile, en azından anne.

            Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı otobiyografik eserinde aile içindeki kadının durumu merkezi gibi görünse de aileyi oluşturan tüm bileşenleri anlamaya çalışmak gerektiğine inanıyorum. Her ne kadar kadının toplumsal cinsiyet rolleri altında ezilen, emeği sömürülen taraf olduğunu istatistiklerle biliyor olsak da erkeğin bu ilişkiler bütünü içinde yaşadığı süreci de anlamadan hiç kimsenin özgürleşebileceğine inanmıyorum. Post feminist manifestonun diskurunu hatırlayalım: “Kadının özgür olmadığı bir yerde erkeğin özgürlüğünden de söz edemeyiz.”

             “Familia” kelimesi, Romalılarda karı-koca ve çocukları değil, yalnızca köleleri kastetmekteydi. “Famulus “bir ev kölesi, Familia bir adamın olan kölelerin toplamını ifade ediyordu. (Marx, Engels, Lenin, 1979:171) Kelimenin Romalılarda karşılığı bu olsa bile “aile” olgusu insan olmanın, insanın cinsel ilişkilerini ve ekonomik süreçlerini düzenlemenin ilk ve en sık rastlanılan biçimidir (Engels 1979:41), aynı eserde şöyle diyor: “İnsanlar, hayvanlar arasındaki cinsel ilişki biçimlerini tamamen aşarak insanlığa geçmişlerdir.”

            Özellikle modern ailenin insanın evriminde onun doğasını bozucu etki yaptığı ve ilksel insanın yaşama biçimindeki doğal ilişkileri darmadağın ettiği düşünüldü. Modern Burjuvazi, aileyi oluşturan değerleri parçalamıştır ve taraflar arasında sömürü ilişkisini hâkim kılmıştır Marx’a göre de… (Marx, 1974: 112)

          Analık hukukunun yıkılışıyla kadının tarihsel yenilgiye uğradığına vurgu yapar Engels. Kadının erkek için keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldiğini ekler. Antik Yunan’dan bu yana kadının aşağılandığı aile, efendi köle diyalektiğinin yeniden üretildiği bir düzenektir. Modern aile için de değişen bir şey yoktur aslında. Hatta süreç çok daha ikiyüzlü bir hal almıştır (Engels, 1990: 62). Aynı eserde şöyle yazar: “Modern karı koca ilişkisi, açık ya da gizli kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur. Ve modern toplum, salt karı koca ailelerinden meydana gelen bir kütledir.”

            Türkiye’de aile yapısını anlamak için modernleşme sürecini ve bu sürecin yarattığı çelişkilere bakalım. Burada sadece Modern Türk edebiyatından bazı kesitlerle aile, kadınlık, erkeklik, çocukluk, eğitim gibi temalar üzerinden ilerleyeceğim.

            Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde hapsolduğu evleri, aile içinde yaşadıkları sessiz akşamları, dile gelmeyen, söylenmeyenlerin ağırlığını ve bir türlü değiştiremediği ilişkileri anlatır. İnsan ilişkilerini değiştirmek için yaşadığını” yazar Yaşamın Ucuna Yolculuk’da. Taşradan İstanbul’a göç eden bir ailenin kızı olan Tezer Özlü, sıklıkla otobiyografik eserler kaleme almıştı. Müslüman mahalleden Hristiyan okuluna giden ve evinde sevgisizlik hisseden bir 68 kuşağı gencidir.

            Modernleşme sürecinde kendini tanımlamaya henüz başlayan küçük burjuva sınıfından insanların yalnızlığı ve bu yalnızlığı yaratan bir ilk ortam olarak “aile”nin deşifre edilmesiyle karşılaşıyoruz. Bu durum daha çok yakın dönem Türkiye’siyle ilgili bir çalışma gibi görünse de aslında çekirdekte zihniyetin pek de değişmediğini, modernleşme çabası içinde bireyleşme mücadelesi veren Türkiyeli insanların gelenekle batı arasında kalmasının gerilimli dünyasına tanıklık ediyoruz edebiyat aracılığıyla.

             Romanlarında resmettiği küçük burjuva bir ailenin anılarına dönecek olursak müfettiş ve eski asker bir baba, mesafeli ilişkiler kuran bir anne, evin yükünü taşıyan babaanne, kitaplar yazan entelektüel bir ağabey, nispeten yakın ilişki kurabildiği kız kardeşidir. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve Babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana” (Özlü, 2006:44 Kalanlar).

            Bu dönem eserlere bakıldığında1960’larda henüz oluşmaya çalışan küçük burjuva yaşantısının aile çemberinde başlayan yabancılaşmayı besleme biçimine tanıklık edebiliyoruz. Psikolojik ya da varoluşsal bir olgu gibi görünen yalnızlığın ya da yabancılaşmanın sosyolojik kodlarını da okuyabiliriz. Burada yalnızlık ile yabancılaşmayı aynı anlamda değil fakat bir yaklaşıklık içinde kullanma eğilimindeyim. Aslında “yabancılaşma” bireyin yalnızlığıyla da yüzleşemediği bir kendinden ayrışma, kendine uzak düşme halidir, diyebiliriz.

            Varoluşsal açıdan dünyaya fırlatılıp atılmış olmak (Heidegger) sadece dünyaya değil bir topluma, kültüre, değerler çemberinin içine düşmüş olmakla ilintilidir. O halde yabancılaşma, kişinin en az iki kişilik yalnızlığıdır, diyebiliriz. Bireyin, sosyal çemberin içine giremeyişi, bir türlü kendini topluma ait hissedemeyişi ve o bütünün kıyısında durarak ne orada ne de tam dışarıda bulunamayışının yarattığı gerilim, bizi sosyolojik bir analize, toplum-birey ikiliği belki de ikilemine götürmekte. Blanchot  Unutuş ve Bekleyiş (Monokl Yayınları, 2012: 72),  adlı eserinde şöyle yazmıştır: Sizin yanınızda kendi varlığıma katlanamıyorum.”

            Burada yalnızlığını tarif edilişi bakımından incelikli bir şuur söz konusu… Kendine bir kaç adım dışarıdan bakabilme becerisi ya da cesareti… Yaşamı bir deneyim olarak edebiyata dönüştürebilenlerin çoğu böyle bir mesafeyi yaratabilmiş sanatçılardır gibi gelir bana. Yalnızlığımı yaşamam için bile başkalarının varlığına ihtiyacım var. Eğer bu dünyada benden başka kimse olmasaydı, en başından beri bu böyle olsaydı “yalnızım” diyebilir miydim?  Aristoteles’ten bu yana “Antropos on Politicon”un kendini tanımlamak için bir “başka”sının varlığının zorunlu olduğunu biliyoruz. “Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum hem de yalnızlıktan” (Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri s.8).

            İnsanın kendi kimliğini inşası düşünüldüğünde, ilk başkası annesi. Ben’i ben yapan, Ben’i rahminde taşıyan, Ben’i koynunda bir uzvu gibi taşıyan “anne” aynı zamanda ben’in kendini kurma ediminde ona en yakın “başka”dır. Özgürleşerek toplumun bir ferdi olma çabası içindeki insan, yaşadığı korku, yorgunluk, acı ve yabancılaşmadan sonra yine de “anne”ye sığınır. Henüz kültürel bir varlık haline gelmeden evvel annesinin kollarında güçsüz, tutsak ama güvendedir.

            Peki, özellikle Türkiye’de Modernleşme süreci, nasıl bir aile profili yaratmış olabilir, ya da böyle bir profilden söz edilmesi mümkün müdür? Nasıl anneler, nasıl babalarla büyüdük? “Anne ve Baba, Özlü’nün otobiyografik romanı olan “çocukluğun soğuk geceleri”ne, sevginin ya da öfkenin yöneldiği birer yüzden, ruhsal bir içerikten çok sanki sırf kamusal bir dünyanın ideolojik bir aygıtın temsilcileri olarak girmiştir” (Gürbilek 1999: 67-68). Burada mahremin alanına giren “kamu”yla karşılaşırız.

            Belirtmek isterim ki bu çalışmada Tezer Özlü eserlerine yönelişim, adeta onun cümlelerini referans alışım rastlantısal değildir. Elbette onun kuşağından başka birçok yazar ya da eser değerlendirmemizin merkezinde yer alabilirdi. Burada bizi ilgilendiren iki önemli özellik mevcut; İlkin, Özlü’nün eserlerinin otobiyografik niteliği. İkincisi de 68 kuşağının etik politik özgürleşme hareketlerinin kalbinde yaşamış, tecrübelerini eserlerinde politik göndermeler ve eleştirilerle paylaşmış olmasıdır; “Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir askerlik sevgisi besliyorlar.” (Ç.S.G:7) derken dönemin ruhunu, “Babam ölemiyor çünkü yaşamaya başlamadı” (Kalanlar:52) derken de ideal bir erkek ve baba profili çizme kaygısı altında ezilen kendiliğin dramını ele veriyor. “Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok” (Ç.S.G;11) derken de “aile” yi oluşturan iki temel bileşenin (Anne-Baba) kurumsal bir yapı olarak onu ayakta tutma, ayakta tutma çabası içindeyken de önce birbirine yabancılaşan karı-kocanın sonra çocuklarına ve nihayet topluma nasıl yabancılaştığını okuyoruz. (Bu aileyi bir arada tutacak olan bağ ne olacak? Sevginin olmadığı bir ailede Marx’a gidersek tek bağ ekonomi midir?)

            1 Mayıs 1977’de “Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” der dostu Leyla Erbil’e…

            Ülkedeki politik atmosfer kuşkusuz aile içi yaşantılara da yansır. Bir toplum için en sarsılmaz en azından reddedilmesi güç organik bağın merkezidir aile. Bireyin içinde büyüdüğü ailenin ideolojik kodları evin içinde konuşulan ya da konuşulmayanların sisli havasında yaşamaya devam eder. Ola ki anne ve babayla farklı bir ideolojinin izini sürmeye başlarsa -ki böyle örneklerin sayısı çoktur- bireyin çelişkisi daha da çoğalır. Kendini ailesine anlatamayan kişi toplumuna nasıl anlatabilecektir? Anlatabilecek midir?

            Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı eseri, günümüz Türkiye’sinin aile yapısını, aile içinde kendini yitiren erkeğin yaşadığı yabancılaşmayı, cinsiyet rollerinin yarattığı ağırlığı anlamamız için ufuk açıcıdır. Özellikle son yıllarda büyük bir okur kitlesine ulaşması, neredeyse çok okunanlar listesine girmesi manidardır. Modernleşme sürecinde Türk Aile yapısındaki çelişkilerin sadece kadınlar için değil erkekler için de yarattığı acıyı dramatize etmeden anlatabilmeyi başarmış bir roman. Erkek bir yazarın “kadın”ı dile getirişindeki gerçekçilik bakımından da değerlidir;

            “Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor  musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri  için… Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki…” (a.g.e 2008:81).

  Raif Bey, Maria ile kalıp kendi sınırlarıyla mücadele etmeyi göze alabilseydi hayatının kontrolünü ele alabilecek, ülkesinin ve çağın koşullarını aşma iradesini gösterebilecekti belki de. Raif Bey, yarı yoldan döner. Aşkının ve ondan kendisini yeniden inşa etmesini bekleyen çağrının peşinden gitmez. Raif Bey arada kalmıştır. Görmekteyiz ki, aile sadece kadın için değil erkek için de kendine ihanet etmenin, kendinden vazgeçmenin gerekçesi olabilmektedir. Yapı, bireyin iradesini elinden alacak kadar onu zorlayabilmektedir.

            Erkek ve Kadın arasındaki mahremiyetin Türkiye’de büründüğü biçim açısından şu cümleler ilginçtir; “Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlikte.” Yusuf Atılgan, Aylak Adam (2008:11, YKY)

            Sadece sevgili olmak bakımından değil, evlilikle gelen konfor ve statü yükselmesi bile “aşk” üzerine kurulması öngörülen bu birlikteliğin aslında sadece iki kişilik olmadığını hatırlatıyor. Burada derinlerde yatan cinsiyetçi uzantıları görebiliriz. Cinsel özgürlük bakımından sınıfta kalmış bir toplumun fertleri, aile oluşturduklarında yatak odasında yaşananlar toplumun bütünü için bir değer taşır.

            Hane içi ile hane dışı arasındaki eşik, mutsuzluklarımızın, yabancılaşmamızın, öfkemizin, sevgiye ya da aşka olan inancımızı yitirişimizin filizlendiği araf olabilir mi? İçeride kendi olamayanın dışarıda yaşadığı şey ile dışarıda kendi olamayanın içeride yaşadığı şey arasındaki gerilim toplumsalın hiç dinmeyen tansiyonuna katkı sağlıyor olabilir mi?

            Aristoteles, insanı toplumsal bir hayvan olarak tanımlarken akıl yürütme sürecinde insanın konuşan hayvan olmasına vurgu yapar. Konuşabildiği için düşünen insan, düşünerek kendisi için neyin daha iyi olabileceğine karar verebilen iradi bir varlıktır. Doğa’nın belirlenimlerini zorlayabilir, toplumsal örgütlenmeler oluşturarak adaleti sağlayabilir, kendini anlama, anlaşılma arzusunu doyurabilir. Tıpkı bir bitki tohumu gibi yeryüzüne ekilen insansal doğa, onu yeşertecek bir çevrenin, insan çevresinin özlemini çeker.

            İnsan kendini ifade edebildiği bir ailenin ferdiyse yaşayabileceği birçok varoluşsal krizi de aşabilir. Diğer yandan kendini saklamak zorunda hissederek yetiştiği bir ailenin parçasıysa yaşayacağı yabancılaşma toplumun bütününe transfer edilebilir. Ailede başlayan yabancılaşma, bireyleşme sürecinde olumlu yanlarını bir kenara bırakırsak sınırları zorlayan bir eşiğe gelirse, birey toplumsala da kuşkuyla, öfke ve korkuyla yaklaşabilir daha doğrusu ondan uzaklaşabilir. Bu elbette her zaman fiziksel değil duygusal, zihinsel bir uzaklaşmadır. Böyle bir uzaklaşma, mahrem” ile “kamusal” arasındaki eşiğin ne kadar saydam olduğunu bize gösterir.

            Leyla Erbil Tuhaf Bir Kadın eserinde toplumun kurallarına hapsolmuş bir anneyle ona başkaldıran kızı Nermin’in hikâyesinde cinsellik tabusunu kadın gözünden inceler; Nermin’in annesi Nuriye Hanım’a göre evlik öncesi cinsellik bir genç kız için utancın en büyüğüdür. Sürekli kızına yön verir, kontrol altında tutmaya çalışır. Ataerkil toplum portresini Nuriye hanımın tutumlarında izleriz. Kadın bedeninin tutsaklığına yapılan vurgu bize gösterir ki; kadının cinsel olarak özgürleşmesi sadece onun bedenini değil tüm toplumu ilgilendirir, hatta tehdit eder. Patriarkal sistemde kadın annedir, namuslu olmalıdır, namuslu ve edepli olmak onu makbul kılar. Zeynep Direk, (Varlık, Mart 2015:9) “Balibar felsefesinin bir terimini kullanarak ifade edersek hepimiz “aşırı şiddet”in ürünleriyiz” diyor.

            Aile içi şiddet, (suç, insest, taciz vb.) yaşantılar “mahrem”in koruması altında yaygın, olağan, süreğen bir hal alıyor. Konuşulamayan her düşünce, duygu ve yaşantı, mahremin karanlık yüzünü yaratıp, onu besliyor ve büyütüyor. Üstelik konuşamayan sadece çocuklar ya da ataerkinin altında sinmiş kadınlar değil. Bizzat insancıl özden uzaklaşmış, içeriksiz “erk” basıncı altında ezilen “ata”nın kendisidir de.

             Modernleşme sürecinde biçimsel olarak epeyce ilerleme kaydedilmiş gibi görünse de aslında zihniyette dönüşümden söz etmek kolay değil. Kentsel-Modern Türkiyeli aile tiplerinde de geleneksel değerler güçlüdür. Bu değerlerin bazıları, “aile”yi oluşturan üyelerin anlaşılma ve anlama ihtiyacını giderme, özgürlük, ifade etme hakkı, seçim yapabilme gücü gibi gelişmelerin gerektirdiği oksijeni tüketmektedir. Oksijensiz bir ortamda canlı, canlı kalma özelliğini ağır ağır yitirir.

            Toplumsal cinsiyet kodlarıyla örülmüş zihinler, kendilerinden beklenen rolleri itinayla yerine getirme kaygısı içinde “ben”liklerini kimlikleri uğruna unutma, yok sayma ya da inkâr etme eğilimine girerler. Kendini inkâr eden bireylerden oluşan aileler ne kendilerine ne de çocuklarına insanca yaşayabilecekleri bir çevreyi sağlamakta yeterli olurlar.

            Belki de özellikle kadın romancılığında sıkça karşımıza çıkan bu havasız kalma metaforu rastlantı değildir. Yazan kadınların zaman ve mekân sınırı olmaksızın böylesi bir bunaltıyı kendilerine mesele edindiklerini biliyoruz. Virginia Wolf’ten, Sylvia Plath’e, Kathy Acker’dan Furuğ’ya Nilgün Marmara’dan, Didem Madak’a birçok ismi anabiliriz. Dikkat çeken bir noktada burada andığımız birçoğunun yaşamını kendilerinin sonlandırmış olması ya da ağır psikolojik deneyimler yaşamış olmalarıdır. Sadece anlattıkları hikâyeler değil, kendi öz yaşam öyküleri de toplumsalın içinde yaşadıkları bunaltıyı tasvir eder. Bu öyle gerçekçi bir tasvirdir ki bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir.

       Ailenin devlet açısından taşıdığı değeri politik aktörlerin söylemlerinden de çıkarabiliriz. Bir topluma biçim vermek için önce aileye çeki düzen vermek, onu istendik bir forma sokmak gerekir. Ataerkil zihniyet, özellikle kadın üzerinden böyle bir inşa faaliyetine girişir. Sosyolojik imgelem, kürtaj hakkından tutun da kaç çocuk sahibi olunacağına dair söylemlere, nasıl bir gençlik istendiğine ilişkin vaazlara kadar bu mahrem meselelerin neden politik aktörlerin gündemini oluşturduğunu anlamamızı sağlar.

            Burada “aile ve “mahrem” üzerinde yürütmeye çalıştığım tartışmaya şimdilik bir virgül koyarak sonlandırıyorum. Başka bir dünya belki de başka aile tasavvurlarıyla mümkün olacaktır. Önce hayal ederek sonra da verili düzeni biteviye sorgulayarak.

            “Bütün acılara karşın hayat içimize bir nota bırakır ya, en bitik günümüzde direnme notasını… Bir zarfa mı koyar, bir deniz çırpıntısıyla mı savurur yüzümüze”  (Erbil Leyla, Tuhaf bir Erkek).

             Bu zarfı açmalı ve iyi okumalı, yüzümüze çarpan denizi hissetmeli… Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek toplumsalın birey üzerindeki ezici egemenliğine, bize dayatılan aile biçimlerine ve rollere direnerek…

Kaynakça;

Marx Karl, Komünist Manifesto, Ankara1974 Sol Yay

Marx, Engels, Lenin, Kutsal Aile. Ankara 1979 Sol Yayınları 

Engels Friedrich, Ailenin Devletin Özel Mülkiyetin Kökeni,  Ankara 1990 Sol Yayınları

Özlü Tezer, Kalanlar İstanbul 2006 YKY

Özlü Tezer, Çocukluğun Soğuk Geceleri, İstanbul 2009 YKY

Ali Sabahattin, Kürk Mantolu Madonna, İstanbul 2008 YKY

Gürbilek Nurdan, Ev Ödevi, İstanbul 2016 Metis

Erbil Leyla, Tuhaf Bir Kadın, İstanbul 2012 İş bankası Yayınları

Yorum bırakın