İktidarın Dildeki Yeri

Özet

Bu çalışmanın amacı, tarih yazımında erkeğin, erkek egemen zihniyetin belirleyiciliğini göstermektir. Böyle bir tarih bilgisinin yarattığı gelenekle nasıl mücadele edilebileceğini post-feminist ve post-modernist yapı sökümcü okumalar vasıtasıyla araştırmaktır. Kadının henüz tarih sahnesinde var olmayışından hareketle kendi dilini, yazınsallığını kurma ediminde aşması gereken kodları tartışmaya açmaktır. Kendimizden başlayarak dilde yerleşmiş eril söylemle yüzleşmeye davettir. Psikanalitik kuramın özcü insan doğası tahayyülünü merkez alan modern bilimsel rasyonalitenin eleştirilmesidir. Bunun için kolları sıvayan post feministlerden referansla, özgürleşme yolunda tüm insanlık çemberinin ortak etkinliğinin mecburiyeti vurgulanmaktadır.

Anahtar Kavramlar: Post-feminizm, Kadın Yazınsallığı, Yapı sökümcülük, Derrida, Cixous, Gelenek, Eril, Dişil, Özgürlük Hareketleri, Kadın Doğası.

   Bir topluluğun karşısında konuşan kadını dinleyin (acıyla sesini yitirmemişse eğer).”Konuşmaz”, titreyen bedenini ileri atar; kendini bırakıverir, uçar; bütün benliği sesine geçer ve konuşmasının “Mantığı”nı bedeniyle ayakta tutar. Bedeni yalan söylemez. Kendisini soyar. Aslında, kadın düşünmekte olduğu şeyi bedensel olarak maddeye dönüştürür; onu bedeniyle imler. Bir anlamda, söylemekte olduğu şeyi kaydeder. Çünkü güdülerinden konuşmadaki denetimsiz ve coşkulu rolü esirgemez. Kadınlar çevrelerine duvarlar örmezler, zevklerden erkekler kadar “bilgece” vazgeçmezler. Her ne kadar fallık gizemleştirme genellikle iyi ilişkileri bozmuşsa da, bir kadın asla “anne”den uzak değildir (model olma işlevi dışındaki yönleri kastediyorum: Adsızlık ve iyiliklerin kaynağı olarak “anne”). O içinde her zaman o iyi anne sütünden hiç olmazsa bir parça vardır. Beyaz mürekkeple yazar kadın. Helene Cixous

 Çağdaş Feminist Kuram’ı anlatmak, biraz da dilin içinden geçen, geçmesi gereken bir tecrübedir. Son elli yılda feminist hareket  önüne aldığı post ekiyle “dilin değişmesi dünyanın değişmesidir” gibi bir Mallerme’ci görüşe sırtını yaslamıştır çünkü.

 Moderniteyle birlikte ivme kazanan Özne-Nesne, Ben- Doğa ayrımı birey olarak insanın ilerleme imkânını müjdelemişti. Modernizmin müjdecileri, bilim ve kültürün tahakküm politikalarına araçsallaşabileceğini düşünebilmişler miydi, bilemiyoruz ama tahakkümün insanlık tarihinin dokusunda mevcut olduğunu biliyoruz. Benjamin, Şiddetin Evrensel Tarihi derken zaman ve uzam bakımından bir devamlılıktan bahsediyordu, diyebiliriz.

 Feminizm cinsler arası eşitsizliğin doğasını anlamaya çalışan, toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri ve cinsellik üzerine yoğunlaşarak mevcut eşitsizliği ortadan kaldırmak için teorik ve pratikte çalışan bir düşünme biçimidir. Kate Millet şöyle diyor; “Cinsellik politik nitelik taşıyan bir sınıflamadır ve bu politika bir cinsin diğer cinse egemen olmak için kullandığı yolları ifade eder.” (Foucault, iktidar yaşamlarımızın dokusundadır.)

 Batılı feminist düşünce, genel anlamda aydınlanmanın mirasçısıdır. Post-feminist yazarlar, bu mirasın taşıdığı eksik ve yaralı düşünceyi deşifre ettiler. Post-feminizmin önemli isimlerinden Luce Irıgray, aydınlanmanın değerlerinin kadının yönelimleri için uygulanmayacağını söyledi. Kant’da üst söyleme dönüşen “kendi aklını kullanma cesareti göster” diskuru eril bir akıldı ve tüm akılları ortak hatta mutlak bir akla eşitliyordu.  Eril akıl, batı kültürünün tek cinsiyetçiliğinin hem nedeni hem ürünüdür. Kadın burada, eksik ve aşağıda olandır.

 Yapıtlarını 1970’lerde veren Cixous, ataerkil batı kültürünün dilini Derrida’dan yola çıkarak eleştirmiştir. Batıyı yalnızca logosentrik (söz merkezci) değil aynı zamanda Fallosentrik (Fallus merkezci) bulur. Daha önce de değindiğimiz karşıtlıklar üzerinden kurulan fallus merkezci dil şöyle işler: doğa/kültür, ruh/beden, form/madde, yaşam/ölüm ve erkek/kadın gibi. Dikkat edileceği üzere ikinci terim her zaman bir eksikliği ifade etmektedir.  Derrida bu ikili değer sisteminin zor da olsa yıkılabileceğine inanır. Cixous da kadınların ezilmesine ve susturulmasına hizmet eden bu kültür sistemini yıkacak kadınca bir dile gereksinim olduğunu savunur. Fallogosentrik olmayan bir dilin inşası, özgürleşecek ruhların ödevidir.

 Post-feminizmin içinde ve ötesinde söylemler üreten Camille Paglia, insanı; unuttuğu ya da arkasını döndüğü doğasını keşfe çağırır. Paglia’nın perspektifinden modern dünyayı eleştirmek çok da kolay olmaz. Doğa’nın vahşi, kitonyel yüzünü içsel olarak biliriz ve uygarlık dediğimiz ne varsa hayatta kalma çabasının insansal tezahürüdür. Cinsellik insanda doğal olanın kendisidir. İnsanlar doğanın özel kayırmasına mazhar değildir. Felaketler iyiyi kötüden ayırmadan vurur. Paglia, Cinsel Kimlikler adlı eserinde şöyle diyor:

 Toplumu yeniden düzenleyin, cinsel eşitsizliği ortadan kaldırın, cinsel rolleri arıtın, böylece her yerde mutluluk ve uyum hâkim oluverecektir savıyla feminizm, son iki yüzyılın tüm liberal hareketleri gibi, Rousseau’nun mirasçısıdır. Feminizm ırza tecavüzün suçunu pornografiden bilir. Cinsellik, feminizmin kabul ettiğinden daha karanlık bir güçtür. Fizikselliğimiz bir işkencedir. Aşk kalabalık bir temsildir. Harold Bloom’un da söylediği gibi; Hiçbir zaman tek bir insanı kucaklayamayız, onun aile romansının bütününü kucaklayabiliriz ancak (ss.15-16).

 Erkek, kadınsı doğaya karşı bir savunma aracı olarak kültürü icat etmiştir. Modern kadının, ataerkil kültüre saldırmak için kullandığı dil ve mantığın kendisi de erkeğin icadıdır. İleriki sayfalarda dildeki değişimin neden bu kadar önemli olduğundan bahsedeceğiz.

 Düşünce tarihinin labirentlerinde yürürken bu tarihin mimarlarıyla karşılaşırız. Bazı karşılaşmalar can sıkıcı bir şaşkınlık yaratabilir. Mesela Aristoteles’ den Sartre’ a kadar birçok filozofun kadını eksik bir beden olarak tanımladığını gördüğümüzde Ortodoks feminizmin öfkeli söylevine taraf olabiliriz. Platon’a göre, “Kadın, ruhun şehvetli ve bayağı” parçasını temsil eder. Timokratik Adam (kitap VIII) adlı alegoride Platon; genç adamın annesini, oğlunu kötü etkilediği için suçlar. Baba ise ne namı ne de serveti umursamayan rasyonel bir insan olarak resmedilir. Bu durumda kadın akıldan yoksun bir varlık olarak erkekten aşağıdadır. Aristoteles’e göre; “kadın, “pnuma” (can) ve spermden yoksun, eksik bir erkek” olarak tanımlanmaktadır. (Aristotle, The Generation of Animals)  Sartre ise kadını, “belli bir eksiklik ya da yokluk bağlamında” tanımlar. Kadını bir oyuk (Hole) olarak betimler. “Şüphesiz ki onun cinselliği penisi yalayıp yutan obur bir ağızdır-kolaylıkla kastrasyon fikrine neden olabilecek bir olgudur.” (Jean Paul Sartre, Being and Nothingness) (şizoanaliz, perez s 81).

 Post-feminizme göre, psikanalizm de cinsiyetçidir ve erkek olarak adlandırılan tek bir cinsin egemenliğindedir. Freud’un penis kıskançlığı teorisine göre kız çocukları yaklaşık üç yaşlarında bir şeylerin eksik olduğunu fark ederler. Bunun tam olarak ne olduğunun farkına varmaları da genital organlarını karşılaştırmalarıyla gerçekleşir. Kız çocuğu bu mukayese sonucu hadım edildiğini düşünür. Hadım edilmemiş olan erkeğin sahip olduğu penisi kıskanma duygusu böylece başlamış olur. Kadın ontolojisi noksanlık bağlamında tanımlanır.

 Lacan “İktidarın dildeki yeri simgesel düzeni dayatan fallus’tur.” derken erkeklik organı olan penisten çok daha farklı, sembolik bir iktidar nesnesine göndermede bulunuyordu. Simgesel düzenin babaya ait doğasına vurgu yapan bu söz, tüm yapıya hükmeden bir zihniyeti, erkeğin de kadının da tüm cinslerin arzu yönelimini ele geçirmiş bir hayaleti betimler.  Lacan’la penisin bir iktidar simgesi olarak “fallus”a dönüşmesi, toplumsal bilinç dışına işlenme süreci revize edilmeye çalışılmıştır. Fallus özneye duyulan arzuyu değil, öznenin arzusunu arzulamayı ifade eder (Lacan, s. 75).

 Deleuze, Şizoanaliz’de, Oedipal Kompleks’e indirgenen arzuyu eleştirir ve şöyle yazar:

Oedipus kadını işyerinde taciz eden şirket patronudur; Oedipus psikanalist denilen küçük penistir. Oedipus politik despottur; Oedipus faşist öğretmen’dir; Oedipus Tanrı’dır;
Oedipus baskıcı rahip’tir; Oedipus Polis’tir;
Oedipus…
Her hangi bir otorite figürüdür.
“Anti-Oedipus’a Önsözden” (Deleuze)

           

 Kadını nasıl tanımlıyorsanız erkeği de buna bağıl tanımlamış oluyorsunuz. Kadın ve erkek karşılıklı ikili bağıl bir yapıdır. Post-feministlerin vurgusu şudur; arzu nesnesine dönüştürülen kadın değildir sadece varlığı daraltılan erkektir de. Çünkü bastırılmış ve pasifize edilmiş dişil arzu, erkeğin de kendi öz bilincini yaşaması yaratması için çarpık bir pozisyondur. Mesela, kadın, “women” kelimesi, “man”-erkek üzerinden tanımlanırken “dişi”  (feminine)  kelimesi neredeyse kullanımdan atılıyor. Sözlükte “dişi” kelimesinin Türkçe de “kancık” anlamına geldiğini de bu vesileyle öğrenmiş oldum. Dişi, Türkçede;  “şuh, işveli, çekici” gibi anlamlara da geliyor. Hatta bir de şöyle bir anlamı var: Girintili ve çıkıntılı olmak üzere bir çift oluşturan nesnelerden girintili olan.  

 Mutlaka bir kadın doğasından bahsedeceksek bu eksikliklerin değil yaşamın dengesine tekabül eden bir yaratıcılığın doğası olurdu. Sadece üremenin değil rahminde taşıdığı ceninin yaşama uyumunu ve güvenliğini tesis etme gücüne sahip, vahşi ve arzu dolu bir doğa. Camile Paglia kadın doğasını şöyle betimlemiş:

 Kadın bedeni, taşıdığı ruha aldırış bile etmeyen kitonyen bir makinedir. Organik olarak ömür boyunca kaçınmaya çalıştığımız tek bir misyonu vardır; gebelik. Doğa sadece türleri dikkate alır, bireyleri asla: kadınlar bu aşağılayıcı olguyu çok daha doğrudan bir şekilde yaşar, muhtemelen erkeklerden daha fazla bilgece ve gerçekçi davranmalarının nedeni budur. Kadın bedeni tıpkı ayın döngüsel hareketlerine göre alçalıp yükselen denize benzer. Hareketsiz ve uyuşuk bağ dokuları suyla dolar. Sonra hormonel gelgit ile bir çırpıda temizlenir. Ödem, memelinin bitkiye geri dönüşüdür. Her gebe kadının bedeni ve benliği denetimi dışındaki kitonyen bir güç tarafından zaptedilmiştir. İstenilen bir gebelikte bu seve seve katlanılan bir fedakârlıktır. Ne var ki tecavüz ya da kaza sonucu oluşan bir gebelik dehşettir. Burada cenin iyi huylu bir tümör, yaşamak için kan emen bir vampirdir. Sözde doğum mucizesi doğanın kendi bildiğine göre davranmasıdır (s 23).

               

 Birinci ve ikinci dalga feministlerin gözden kaçırdığı nokta tam da burasıdır, diyebiliriz. Erkeğin yarattığı ve yazdığı bir tarihin nesnesi konumuna sıkışır feminizm. Kadının sarf ettiği bir eril söyleme dönüşür adeta. Eşit ücret, eşit haklar için mücadele, özgürleşme fenomenini hem eksik dile getirir hem de zedeler. Oysa dilde özgürleşme, kanımızı temizleyip kendi akışkan doğasına kavuşturmak gibidir. Feminist olmak, kadınsı olana duyulan öfke ve ironiye dönüştüğünde, anneliğe ya da erkeğine tutkuyla bağlı bir sevgiliye hor gören bakışa evrildiğinde erilleşmiş demektir. Post feminizmin ve bazı anti feministlerin ısrarla anlatmaya çalıştığı şey budur. Paglia, bunu şöyle özetler: “Batı rasyonalitesinin Apollonca geleneği, erkek gibi düşünme becerisi kazanarak beş para etmez kitaplar yazan modern saldırgan kadını üretmiştir” (s. 25).

 Paglia, eleştirinin okunu eril akademik yapılanmanın kendisine de fırlatıyor. Söz merkezli zihniyetin kurduğu kültürün baş tacı edilen akademik özneleri, kitle iletişim çağının kültür değişimlerini anlamak ve açıklamak konusunda yetersiz kalmışlardır. “İnsan bilimleri dar görüşlülüklerini bir kenara bırakıp yüksek sanatı popüler olanla, soylu olanı adi olanla birleştiren ve tüm türleri aşan, imgelem eksenli düşünmeye başlamalıdır”  (s.48).

 İşte Post-feminizm, böyle bir geleneğin içselleştirilmiş normlarını mercek altına almayı önerir. Cinsiyet kategorilerinin sabit olmayıp değişken nitelikte olduğunu ifade eden post-modernist teoriyle, sabit cinsiyet kategorilerinin ötesindeki yapısökümcü bir özne anlayışıyla feminist teoriyi birleştirir. Böylece epistemolojik temelini kazanan post-modernist feminist teori, kadının tarihte her zaman tarih dışına nasıl itildiğini açıklamaya çalışır. Onlara göre kadının kendisinden bahsetmek henüz mümkün değildir. Henüz kadının özne olabildiği, kendini yaratabildiği ve yazabildiği bir tarih yazınından yoksunuz. Aydınlanma düşüncesinin, batı düşünce tarihinin, ilerlemeci tarih anlayışının radikal eleştirisi kadını olduğu gibi erkeği de özgürleştirecektir, diyebiliriz.

Kadının özgür olmadığı bir yerde erkeğin özgürlüğünden de söz etmenin imkânı yoksa burada sadece kadının ya da sadece  erkeğin değil, varlığın özgürleşmesi demek daha doğru olacaktır. Varlık dediğimizde “ad”ların ötesinde varoluşun tüm katmanları -tabiat- da özgürleşmenin öznesi hâline gelir.

 Acı, bir akıl meselesi olduğu kadar hislerin derin dünyasında yaşar doğasını. Bu dünyayı en iyi anlatan usta şüphesiz şair olmuştur her çağda.  Eğer bahsi geçen şair bir kadınsa “alçaklığın evrensel tarihi”nde zaman ve mekân ötesinde, ortak acının mirasçısıdır da denilebilir ona. Betül Tarıman’dan şu dizelerde görüldüğü gibi:

az görülmüş şeydir bir adamı adamda tanımak

Örneğin tırnakları etinizde canınızı acıtabilir

Konuşmadan kalbinizi yoran

Babanız ya da ağbiniz olabilir

Her kadın kendinden göç edebilir

Çünkü her kadın ucuz bir müvekkildir

Eğer çok susmuşsa

 Post-feminizm, dişil bir dilin edebiyata ve tarihe sızmasının aciliyetini, kültür ekseninde yaşanacak bir devinimin özgürleşmeyi tetikleyeceğini söyler. Sadece işaret etmek için “kadın şair” diyebiliriz o hâlde… Şair, kadının arzulayan doğasını da ifşa ederek “fallus merkezci” dünya görüşünü dinamitler. Didem Madak’tan şu dizeler de bunu anlatır:

Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.

Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.

Aşk diyorsunuz ya,

İşte orda durun bayım

Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım

Kendimin ucunda

Öyle ıslak,

Öyle kötü kokan,

Yırtık ve Perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım

Aşkı aşk bilir yalnız!

 Erkeğin aşkı tanımlamasına izin vermiyor şair. Onun tanımladığı aşktan adeta ürperiyor. Erkeğin aşk dediğini “kalbi karartıp tahta bir kaşığa dönüştüren acı” olarak betimliyor. Cinsiyet rolleriyle kafası karışan erkeğin kötü eğitimin zehrinden payını aldığını, en az kadın kadar zehirlendiğini görüyoruz. Mutsuzluğun bir denklemi olsaydı eşitlik kadından tarafa bozulur muydu gerçekten?Sosyolojik olarak bakarsak şayet, toplumsal rollerin ağına düşen cinsellik, erkeğin oedipal aklında onu özgürleştirmeye ve mutlu etmeye yetmiş midir?

 Luce Irıgaray, Başlangıçta Kadın Vardı eserinde şöyle yazıyor: “Anlam, hiçbir anlama tekabül etmeyen bir gizemde mahsur kalmıştır ya da hareket edememektedir. Kelimenin değeri tersine döner. Aktarmak, açığa çıkarmak için üretilmiş olan kelime, iletişimi, değişimi, paylaşımı sekteye uğratana, anlamı gizleyen ve saklayana dönüşür” (s. 71).

 Lacan ve Derrida’nın öğrencisi olan Irıgaray, eserini dişil ve eril doğaların iç içe geçen yapısallığı üzerine kuruyor. Burada Jungcu bir anima-animus birlikteliği söz konusu. Tanrıça kültünden uzaklaşmış erilliğin yaşamsal gücünü yitirişini betimliyor filozof. Yer yer dişil doğaya övgüler düzse de erkeğin mahrum bırakıldığı doğa-kadın-tanrıça enerjisi, onun kendini açması yerine, nasıl kapadığını ve şeyleri zapt edilecek bir nesneye indirgeyişi tarif ediliyor (s.87). Irıgaray için de tıpkı diğer post-feministler için olduğu gibi erkeğin de bütün olup biteni kendi içine sıkıştığı pozisyonu anlaması şarttır. Anne kız ilişkilerini simgeleşmemiş ilişkiler olarak önemle ele alır. Şöyle yazıyor Irıgaray: “Başlangıçta annenin olduğunu yeniden bulmak, bizim için zorunludur. Erkeğin kadını yerleştirdiği doğadan, fark yoksunluğundan gün ışığına çıkarmak ve farklı bir kimlik olarak kadının var olduğunu onaylamak esastır. Erkek de bu farklı kimliği daha insani bir dünya inşa etmek adına kelimelere dökmelidir” (s. 127).

 Erkek egemen bakışın tarihi yazmaya devam etmemesi için şarttır bu uzlaşma. Kadını kamusal hayattan uzak tutmaya çabaladıkça ve onun arzularını görmezden geldikçe, dişil yaratımı rahme indirgeyerek kadına bir kuluçka makinesi gibi davrandığı sürece her ikisi de özgürleşemeyecektir.

 Unutmayalım ki Oedipus’un yazarı Antigone’nin de yazarıdır. İlkinde erkeğin yasasını dile getirse de ikincisinde dişinin yasasını ve bir hınç hikâyesi olarak kurar. Tragedya’da amcası Kreon’un emrine karşı gelerek ağabeyine mezar arayan Antigone, zindanda kendini öldürerek erkeğin yasasına en büyük darbeyi indirir. Kreon’un oğlu Antigone’nin sevgilisidir ve onun ölümünü haber alınca o da kendisini öldürür. Böylece aşkla bağlı olduğu biricik oğlunu yitiren kral Kreon iktidarını sonsuza dek yitirmiştir. Antigone, insanlığı oluşturan iki cinsi doğaya ve birbirine saygı duymaya çağırır. Kozmik uyumun sözcüsüdür o. Çünkü ölüme gidişi eril yasaya boyun eğmeyiş olsa da uğruna öldüğü kişi ağabeyinin cesedi yani bir erkektir. “Erkek kendi kültürel kapanının içine düşmüştür. Ötekiyle bağlantısını özgürleştirmediği sürece erkek kendisine dönemez. Annesiyle hissedilir ilişkinin gelişiminin eksikliği, erkeğin ilk duygulanımlarındandır; erkek kendi öz duygulanım deneyiminden kendini alı koymuştur” (Irıgaray, s. 138).

 Feministler, edebiyat eserlerinde klişe kadın tipleri yaratılmış olmasını kadına karşı oynanan bir oyun olarak görürler. Bu oyunu deşifre etmek için dişi/kadın kavram çiftini ayırmakla işe başlarlar. Buna göre dişi; biyolojik bir ayrım iken kadın toplumsal cinsiyet kodlarıyla örülmüş bir giysidir. Dişilik doğuştandır, doğaldır. Kadınlıksa eğitim yoluyla sonradan kazanılır bir tür terbiyeleme işlemidir. Bu işlemeyi reddeden kadınlar, doğaya ters düşen cadılardır.  Ataerkil düşünce, kadının böyle bir özü olduğuna kadını da inandırmaktadır; uysal, namuslu, masum, itaatkâr, doğurgan vb.

 Şunu belirtip geçmeli: şüphesiz beden politikaları ve queer teori özgürlük arayışı ve hareketlerinin, feminist teorilerin önemli paydaşları, yol arkadaşlarıdır. Post-feminist teoriden bakarsak cinsel özgürleşmenin temel argümanını üretirler de diyebiliriz. Bedensel yaşamı metinselleştirmek kolay değildir. Bakhtin, bedenin ancak grotesk imgeler yoluyla bir anlam birimine dönüştürülebileceğini, bedeni iktidar alanının dışına çıkaracak en önemli edebi türün grotesk edebiyat olduğunu belirtir. Groteskin ayırt edici özelliği bedeni de dünyayı da varoluş yani bir oluşum süreci olarak resmetmesidir. Beden ideolojik bir nesnedir, her taraftan kuşatılmıştır. Biz burada beden politikalarına ve queer teoriye değinmeyeceğiz.

 Yelda Karataş’tan “Kibele’nin Türküsü”nü bu minvalde okuyabiliriz:

Hüznü anlatmaktan utanmıyor artık tenim

Bereketin dölünü ben akıttım toprağa

Altın sunaklar içinde

Sancılarım ve acılarımın sesi boğuldu

Yalvaran gözlerimin yaşlı çığlıklarına

Bir ay tanık bir de güneş

Göğüs kafesimde inleyen toprağın acısı

Yalnızlığı kılıç misali taşıyan

Deli umutların sığınağı

Ellerim işte

Bütün çağlarla kenetlenmeye hazır

Buğdayın gölgesine vuran o büyük ateşin

Kederli sıcaklığını bir sevinç türküsüne çevirmeye

Büyüdün artık anlamalısın

Silahların gölgesinde yaktığın kardeşkanı

Eziyor bütün taze çiçeklerin düşünü

Yok, bir gelecek ölümle dirilteceğin

Dirim yaşamın hakkı

Kapat vahşetin kitaplarını kalbini aç ve gör

İnsan önce bir dişide tanır

Aşkın rahmindeki ölümsüzlüğü ve şiiri

İpe geçirirken bile boynunu yeryüzü

Hiçbir anne unutmaz

Doğurduğu ceylanın yüzünü

 İkili karşıtlıklar mantığına yer vermeyen bir başkaldırı dilidir bu. Yazınsal, şiirsel özellikler taşıyan bir dil. Böylece kadın tarih sahnesinde gecikmiş rolünü sahiplenmiş olur. O zaman tarihin yeniden yazımı ve yaratımı için insanlık paydasında birleşebiliriz. Kadının kendini yaratabildiği bir dünya belki de ilerleme mitinden ve bu mitin yarattığı katastroftan da uzaklaşacaktır.  Ursula K. Leguin, Kadınlar Rüyalar ve Ejderhalar  eserinde şöyle yazıyor: “Söyle bana Teyze, bir yazarda olması gereken tek şey nedir? ‘Söyleyeyim’ der, hayal gücü; Bir yazarda olması gereken tek şey taşak değil.”

 Sanatsal yaratım ve ironi, doğanın insana mesajını imgelem vasıtasıyla duyurmaya çalışır. Dişil doğanın kabulü bu sesi duymak için bir şans olabilir hepimiz için: sadece insan değil, hayvanlar, bitkiler, dağlar, nehirler ve tüm varoluş!

 

 

Kaynakça

Betül Tarıman “Avuntu”, Kar Merdiveni, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007 s.19

Camile Paglia, “Cinsel Kimlikler” Epos Yayınları, 2004

Cogito, YKY sayı 47-48, Derrida: Yaşamı Yeniden Düşünürken, 2006

Cogito, YKY sayı 58, Feminizm, 2009

Didem Madak, Ah’lar Ağacı (şiir) Metis, 2012

Lacan, Fallusun Anlamı, 645 yayınları, 2015

Luce Irıgaray, “Başlangıçta Kadın Vardı” Pinhan Yayıncılık 2014

Rolando Perez, Anarşi ve Şizoanaliz, Çev. Şervan Adar Avşar, Versus Yayınları 2008

Türkçe Sözlük (T.D.K 2009)

Ursula K. Leguin “Kadınlar, Rüyalar Ejderhalar” Metis Yayınları 2008

Varlık dergisi, Hayatta ve Edebiyatta Yıkılmamak; Kadın Şiddet Şiir sayısı, 2015

Virginia Wolf, “Kendine Ait Bir Oda” İletişim Yayınları, 2015

Yelda Karataş, Zait (şiir), Her Şeye Karşın Yayınları 2007

Yorum bırakın